12 Haziran 2024 Çarşamba

GRAN FONDO BİR BİSİKLET YARIŞI DEĞİLDİR!!!

Gran fondo bir "bisiklet yarışı" değildir. Gran fondo "bisiklet sporu" değildir. Gran fondo bir bisiklet turizmi etkinliğidir, gran fondo rekreasyon amaçlı bir bisiklet etkinliğidir, gran fondo bir bisiklet endüstrisi aracıdır; bu yargıların hepsine evet derim ve bu yargılara hiçbir şekilde itiraz etmem. Hatta bu ön kabulden hareketle bir bisiklet turizmi etkinliği olarak daha fazla fondo yapılmasını da desteklerim; ama bunların bisiklet sporu ya da bisiklet yarışı olarak pazarlanmasına tahammül edemem, bu düpedüz sahtekarlıktır. Ülkemizde düzenlendiği biçimiyle gran fondo “burjuva çocuklarının hafta sonu bisiklet eğlencesi”dir. 

Şöyle düşünelim. Beş yaşındaki çocuk da koşuyor ama onun yaptığı faaliyet atletizm sporu olarak kabul edilmiyor. Gran fondocular da bisiklet sürüyor; ama yaptıkları şey bisiklet sporu ya da yarışı değil. Bir turizm faaliyeti olabilir, bisiklet etkinliği olabilir, ama yarış değil ama bisiklet sporu değil. Rekreasyon etkinliği derseniz ona da tamam derim. Ama yarış ya da spor başlığı altında bunların ele alınmasını asla kabul edemem. Peki benim bu yargım ne zaman değişir? Gran fondo etkinlikleri ile bisiklete başlayan bir çocuk, profesyonel bisiklet sporuna geçiş yapıp Ahmet Örken gibi bir bisikletçi olabilirse fondolar hakkındaki bütün düşüncelerim değişir. Hayatta sınamamış fikir çöptür, fikri şekillendiren hayatın nesnel gerçekliğidir. Nesnel gerçeklik değişirse fikir de değişir.

Bisiklet camiasındaki bazı arkadaşlar gran fondoları futboldaki alt liglere benzetiyorlar. Peki, gran fondolar futboldaki alt liglere benzetilebilir mi? Hayır, bu öyle bir şey de değil. Bisiklet sporunda alt lig denen olgu günümüzde hiç yok. 60'lı 70'li yıllarda yapılan bölgesel yarışlar vs alt lig olarak kabul edilebilirdi. Sözgelimi Tornacı Hüsamettin'in oğlu Hıdır'ın komşusundan emanet aldığı bin liralık çelik bisikleti ile ücret ödemeden katılıp da yarışabildiği bir yarış değil bunlar. (70’li yıllarda bisiklet sporuna böyle başlayan bir demircinin oğlu Balkan Şampiyonu oldu. Bkz Erol Küçükbakırcı) O zamanlar alt lig benzeri bir oluşum Türkiye'de vardı ve bu oluşumlar bisiklet sporunda başarıyı getirdi. Bugün yok, ayrıca bisiklet federasyonu da bunu becerebilecek seviyede adamlar tarafından yönetilmiyor zaten. Geçelim.

İlk olarak şunu söylemeliyim ki Hollanda'da Belçika'da 5 bin kişinin katıldığı fondolar gördüm, duydum, biliyorum. Yazıyla da yazsan rakamla da yazsan beş bin (5000) çok büyük bir sayı. Adamlar ülkelerindeki bisiklet kültürünü öyle bir seviyeye taşımış ki bir gran fondoya beş bin kişi taşıyabiliyorlar. Biz ise gran fondonun ülkemizde olmayan bisiklet kültürünü geliştirmesini bekliyoruz. Adamlar öküzü arabanın önüne koşuyorlar, bizim yaptığımız gibi arabayı öküzün önüne koşmuyorlar. Yapılması gereken önce bisiklet toplulukları, okul eğitimleri, sonuç alıcı sosyal sorumluluk projeleri ile bisiklet kültürünü geliştirmektir, daha sonra gelişen bu bisiklet kültürünün üzerine de bir üst yapı kurumu olarak gran fondoyu yerleştirmektir. Benim yukarıdaki yargılarım Türkiye'deki gran fondolar ile ilgilidir. Buradakiler yarış da değil spor da değil. Ne olduğu da belli değil. Herkes kendi kafasına göre bir yorum yapıyor.

İkinci nokta ise şudur: Biz bu ülkede her şeyi Avrupa'daki örneklerine birebir benzer yapmak zorunda değiliz. Bizim ülkemizin koşulları çok farklı. O hâlde kurallar da bu koşullara göre yeniden tasarlanmalıdır. Sözgelimi Almanya'da muz yetişmiyor, orada muz yetiştirmek ne kadar mantıklı ise bizim ülkemizde de Avrupa fondolarına benzer organizasyonlar yapmak mantıksız. Bizim ihtiyaçlarımıza göre bunları tasarlamalıyız. Bizim ihtiyaç düzeyimiz, ruhuna el Fatiha okunacak seviyeye düşürülmüş bisiklet sporunu tekrar ayağa kaldırmak, öncelikle bir olimpiyat madalyası kazanmak, daha sonra ise üç büyük tura bisikletçi göndermek... Fondolar buna hizmet edecek biçimde tasarlanmalıdır. 

Yaklaşık olarak on yıldır Türkiye'de gran fondo yapılıyor, buralardan yetişen tek bir profesyonel bisikletçimiz yok. Evet, gran fondolar beyaz yakalı amatör bisikletçi sayısını arttırdı; ama bunlar da olimpiyat koşacak yaşı çoktan geçmiş kerli ferli, ensesi kalın tipler. Bugün pro olan bütün Türk bisikletçileri alt yapı takımlarından büyük fedakârlık ve zorluklarla yetişen gariban halk çocukları. Bir iç lastiği beş kere yamayıp antrenman yapa yapa bu seviyeye gelmişler. Fondoların bu çocukların üzerinde bir gram katkısı yok. Anadolu'daki dört beş fedakâr antrenör dışında kimse de bu çocukları sallamıyor. Fondocular büyük büyük bisikletçi, bu çocuklar ise sporun ötekileri... Fondo birincilerine binlerce liralık hediyeler verilirken bu çocuklara kupkuru bir teneke madalya veriliyor ki tanesini 30 liraya istediğiniz kırtasiyede yaptırabilirsiniz. Böyle bir çifte standart kabul edilebilir mi?

Ayrıca Avrupa'da yapılan gran fondolar ne kadar bisiklet yarışıdır? Avrupa'da yapıldığı biçimi ile gran fondoları bir bisiklet sporu türü olarak kabul edebilir miyiz? Bu konu dahi tartışmaya açıktır. Avrupa'da düzenlenen fondoları "bisiklet yarışı" yahut "bisiklet sporu" olarak değerlendirmek ya da değerlendirmemek benim haddim de hakkım da değil. Onu o ülkenin bisikletçileri değerlendirecek. Ben benim ülkemin koşulları ile fondo mantığını birleştirmek derdindeyim.

1. Bazı arkadaşlar diyor ki gran fondolar da olmasa ülkemizde bisiklet adına hiçbir şey yapılmayacak. Peki, gran fondolar da olmasa bisiklet adına yapılacak pek bir şeyin olmaması da acınılası bir durum değil midir? Kim düşürdü bu ülkede bu sporu bu seviyeye kadar? Bu çöküşün sorumlusu kim? Bu çöküşün nedeni ne? Bu sporun bu seviyeye düşürülmesini kabullenmeli miyiz?

2. Arkadaşlar diyor ki gran fondolara binlerce kişi katılıyor, bu kadar çok kişi katılıyorsa bunları bisiklet sporu olarak kabul etmeliyiz. Her sene Ayder Yaylası'nda geleneksel olarak düzenlenen tahta araba yarışlarına da binlerce kişi katılıyor, hatta Çeşme Gran Fondo’dan daha fazla katılımcı ve izleyici var o yarışlarda, o halde bu etkinliği de "spor" yahut "yarış" olarak kabul edebilir miyiz? Mesela Ayder Tahta Araba Rallisi adıyla Türkiye Otomobil Yarışları Federasyonu’nun yarış takvimine bunu yerleştirebilir miyiz? Böyle düşününce ne kadar komik geliyor değil mi? Ama benzer durum bisiklet sporunda gran fondolarda da var, ama ona kimse gülmüyor.

3. Bazı arkadaşlar da diyor ki Türkiye'de düzenlenen federasyon yarışları gran fondolardan daha kalitesizdir. Federasyon yarışlarının fondolardan daha kalitesiz olmasının sorumlusu kimdir, devlet destekli bir kurumun yaptığı etkinliğin alelade bir turizm şirketinin düzenlediği etkinlikten daha kalitesiz olmasının sorumlusu kimdir? 

Gran fondolara katılan bisikletçilerden bir katılım ücreti alınıyor, alınan ücretin de bir kısmı Türkiye Bisiklet Federasyonu'na aktarılıyor. Gran fondolardan elde edilen gelirin tamamı şeffaf bir şekilde ve liyakat esasına göre alt yapıdaki bisiklet takımlarına aktarılsın, bir daha federasyon aleyhinde cümle kurmam. Namus sözü veriyorum. Şart olsun. Ama bunu yapamayacaklarını da biliyorum; çünkü mecburiyetleri var. Onları o koltuklara getirenlere verdikleri maddi ve manevi sözler var. Yapamazlar. 

Antalya'da 10'dan fazla fondo düzenlendi bu güne kadar. Bugün Antalya gibi bir yerde alt yapıdan bisiklet sporcusu yetiştirmeye çalışan hocalar ne bulursak çocukları ona bindiriyoruz, elimizde antrenman yaptıracak doğru düzgün bisiklet bile yok diyorlar. Bisikletler farklı, ekipmanlar farklı, formalar farklı, kasklar farklı… Bugüne kadar saysak, Kapadokya Gran Fondo’dan başlasak mesela, 50’yi geçen sayıda gran fondo yapılmıştır bu ülkede. Bir gran fondodan elde edilen gelirle bir çocuğun bisiklet malzemesi masrafları çıksa idi bugün 50 çocuğu bir örnek tepeden tırnağa donatıp yarışa çıkarabilirdik. Yapıldı mı? Hayır! Yapılacak mı? İnanmıyorum. Herhangi bir Yıldız A ya da Yıldız B kategorisi yarış start listesini elinize alıp bakın, 50 çocuk var mı? Yahut o rakama 50 çocuk daha ekleyin. Gördünüz mü nasıl gelişiyor bisiklet sporu?

Bazı arkadaşlar diyor ki triatlon federasyonu da ücretli yarışlar düzenliyor, triatlon branşında da katılımcılardan yarış ücreti alınarak yarışlar yapılıyor, onların yaptıkları spor oluyor da gran fondolar neden olmasın? Öncelikle triatlon federasyonu çok farklı bir zeminde yer alıyor. Bizimki ile aynı kefeye konulması bile triatlon federasyonu camiasına büyük hakaret olur. Avrupa'da yarış koşup derece alan sporcuları var. Her organizasyonları karnaval gibi... İnsanlar o yarışlara yarışmak için değil eğlenmek için gidiyor. Mesela gran fondoda ölen bisikletçiler var, siz triatlon yarışlarında böyle bir olay yaşandığını gördünüz mü duydunuz mu? Başkanları zaten marka olmuş bir adam. Triatlonun Talat Tunçalp'i olacak. Efsane başkan diye anılacak. Paraları nereye harcarız değil nereden para kazanır da kazandığımız bu parayı triatlona yatırırız derdindeler... Mesela bizim Siverek'te bisiklet takımımız var, çok çalışkan ve inatçı bir hocaları var, aslan gibi çocuklar yetiştiriyor. Bu takım triatlon branşında olsa idi ne yapılır ne edilir bu takıma para bulunur, malzeme bulunur, bir yerlere gelmeleri sağlanırdı.

İkinci bir önerim de şudur: Bisiklet Federasyonu kendi yarışlarını özelleştirsin, kendi yarışlarını ihale usulü bisiklet turizmi şirketlerine pazarlarsın, bu yarışları da fondocular yapsın, ama profesyonel yarışçılar ile amatörler aynı parkurda yarışmasın. Mesela Türkcell Gran Fondo ile aynı gün farklı parkurlarda yarış koşulsun, elde edilen gelir minik ve yıldız takımlarına açık ihale usulü ile yerli bisiklet üreticilerinden bisiklet alınarak hibe edilsin. Beş yıl dibine kadar özelleşsin bisiklet sporu, beş yıl kâr amaçlı bir endüstri gibi çalışsın; ama kazanılan para ile de en az 25 alt yapı takımı finanse edilsin. Buna da varız. Üç büyük turun üçünde de bisikletçimiz yok, bu camia artık başarı görmek istiyor. Gurur duymak istiyor. Gran fondoda 2500 kişi start aldı vs vs bizi tatmin etmiyor artık. Olimpiyatta madalya, üç büyük turda bisikletçi görmek istiyoruz.

Ne zaman gran fondo ile ilgili aleyhte bir şeyler yazsam beni bu işleri bilmemekle suçlamak amacıyla Wikipedia’dan gran fondonun ne olduğunu anlatan bilgi sekmesi paylaşılır. Oysa burada bizim bilmediğimiz yeni bir veri yok. Hatta Gran fondolar hakkında bizim bildiğimiz fakat Wikipedia’da kaynak gösterilmemiş daha birçok içerik de mevcut. Gran fondo Wikipedia’da anlatıldığı biçimiyle tam olarak budur; fakat bizim ihtiyacımız bu mudur? Sözgelimi seneye 100 gran fondo yapılsa bu böyle dört yıl devam etse biz bir olimpiyat madalyası alabilecek miyiz? Üç büyük turda bir bisikletçimiz yer alabilecek mi? 

Evet 100 gran fondo yapılırsa bisiklete yönelik hizmet ve mal sunan esnaflar ciddi paralar kazanacak, helal-i hoş olsun, Allah betini bereketini arttırsın; ama bisiklet sporuna gran fondonun somut katkısı ne olacak? Alt yapı takımlarının hocaları bisiklet yedek parçası satan bisiklet esnafları ile üç kuruşluk iç lastik için pazarlık yapmak zorunda kalmayacaksa isterse 1000 gran fondo yapılsın, benim açımdan sorun yok. Bisiklet antrenörleri federasyonun tanımladığı aynakol dişli oranlarını tutturabilmek için bisiklet esnafları ile İmalat-ı Harbiye’den kalma ilkel torna teknikleri kullanarak dişlilere takla attırmak zorunda kalmayacaklarsa yılda 2000 gran fondo düzenlensin, ona da razıyız!!!

Ek olarak Avrupa'da şöyle, Amerika'da böyle ezikliğinden bu milleti kurtarmak zorundayız. Bizde nasıl olacak? Biz bu spora kendi damgamızı nasıl vuracağız? Mesele budur. Japonya'da Keirin var, tek bir Japon da çıkıp Avrupa'da pist bisikleti böyle yapılmıyor, biz geri kafalı ve gelenekçi ezik bir milletiz edebiyatı yapmıyor. Keirin yarışçıları tenezzül edip de olimpik pist bisikleti branşında yarışmıyor bile, aksine Avrupa'da yıllarca profesyonel düzeyde yarış koşup madalyalar kazanmış pro bisikletçiler Japonya'ya gidip keirinci oluyorlar. Gran fondo yapısal olarak Türkiye'nin nesnel koşullarına uyarlanarak yeniden tasarlanmalıdır. Avrupa'da şöyle oluyor, biz de aynısını yapalım diye dayatmak akıl ve mantık dışı bir ahmaklık örneğidir. Kültür, tarih, ekonomi farklarını bir kalemde geçtim; bu ülkede yetişen hangi ürün Avrupa'da da aynı kalitede yetiştirilebilir? İç Anadolu'da zeytin tarımı yapmak kadar saçma bir şey bu. Orası Avrupa, burası Türkiye! Oranın nesnel koşulları farklı, buranın nesnel koşulları farklı. Gran fondonun yapısı bu toprakların insanlarının ihtiyaçlarına göre yeniden tasarlanmalıdır.

Gran fondo Avrupa'da şöyle, Amerika'da böyle edebiyatı yapanlar için son ve çarpıcı bir argüman paylaşarak yazıyı noktalıyorum. Türkiye'de koskoca Türkiye Bisiklet Federasyonu’nun başkanı gran fondo kürsüsünde ne arıyor? Avrupa'da herhangi bir ülkenin bisiklet federasyonu başkanı gran fondo açılışına katılıp boy gösteriyor mu, kürsüde ödül dağıtıyor mu? Avrupa'daki herhangi bir ülkenin federasyon başkanı bir yılda tüm kategorilerde 20 yarış düzenletmeyi başaramıyorken yılda 20 tane fondo düzenlenmesine önayak olup onları da federasyon faaliyet takviminde gösteriyor mu?

Şimdilik bu kadar… Ama devamı gelecek…


14 Şubat 2024 Çarşamba

YAKIT FİYATLARININ ARTMASIYLA BİSİKLET KULLANIMININ DA ARTACAĞINI SAVUNANLARA KARŞI TOPYEKÛN REDDİYE!

Hipokrat demiş ki “Uzun yol yürüyen uzun yaşar.” O da bir şey mi? Ben 10 yıldır "Otomobil ahmaklaştırır, bisiklet özgürleştirir." diyorum ama hâlâ kimse beni dinlemiyor. Doktorası olan öğretmenler bile spor salonuna otomobille gidip orada sözümona spor yapıp tekrar otomobille evlerine dönüyorlar. Ortalama kiloları 100'ün üzerinde. Bunu görünce artık bazı akademik sıfatlar bende anlamını yitirdi.

Onlara kent içi ulaşımda bisiklet kullanımının önemini anlatmak için çabalamıyorum artık, Hipokrat'ın ikna edemediği kafaları benim ikna etmem mümkün değil zaten!!! Tıbbı icat eden Hipokrat'a inanmayan homo sapiens türünün bana inanma olasılığı kuramsal olarak sıfır!

Ulaşım için otomobil sahibi olmak gerektiğini ve bunun karşı konulamaz bir zorunluluk olduğunu savunanlara bazen soruyorum: Ulaşım ihtiyacınızı karşılamak için otomobil satın alıp onun her türlü masrafına uysalca katlanıyorsunuz. Peki, süt içmek için inek alıp onun masraflarına neden katlanmıyorsunuz? Süt içmek de kalsiyum edinimi için zorunlu bir ihtiyaç sonuçta. (Veganlar öyle düşünmüyor.) Bana "Türkiye'de her markette süt bulabiliyoruz, neden inek besleyelim?" demeyin sakın. Zira Türkiye'de her yere giden toplu taşıma araçları da mevcut. Köylere bile köy minibüsleri ile ulaşmak mümkün. O hâlde niçin otomobil sahibi olup “otomobili besliyorsunuz”? Aklımda yine deli deli sorular. Geçelim.

Konumuz neydi? Evet, artan yakıt fiyatları ve bisiklet. Asıl konuya geçelim ve kazmamızı, küreğimizi elimize alalım, mezar kazmaya başlayalım. Sonuçta her “profesyonel gömücü”, ölüyü tez vakitte yıkayıp mezarıyla buluşturmalıdır.

YAKIT FİYATLARI, BİSİKLET YA DA TÜRKİYE'DE BİSİKLET AKTİVİSTİMSİLİĞİ ÜZERİNE MÜLAHAZALAR

Ülkemizde benzin mazot fiyatları 40₺''yi geçince Türkiye'de bisiklet kullanımı uçacak kaçacak diye propaganda yapan bisiklet aktivistimsileri vardı. Yakıt fiyatları 40₺’yi geçti. Godot’yu bekler gibi ülkemizde bisiklet kullanımının uçmasını kaçmasını bekliyoruz. Hacılar noldu o iş? Ne zaman gelecek bisikletin Godot'su?

Ülkemizde sosyoloji bilmez, ekonomi okumaz, bilimsel teorinin inşasında yöntembilimin öneminden habersiz zırcahiller sürüsü aktivist olursa sonuç böyle oluyor işte. Batı alanyazınından çevir çevir yaz entelektüelliğinin, kısaca fikir kompradorluğunun gideceği yol bu kadar. Bu noktadan sonrasında yola atlarla devam edeceğiz (!)

Özgür Orhangazi'nin Türkiye Ekonomisinin Yapısı kitabını okumamış, okusa bile anlamamış; ama bisikletin ekonomik olarak zorunluluk haline geleceği konusu üzerine teori kasmaya çalışıyor. Türkiye'de cinsiyet politikası ve eril iktidarın geleneksel kültürel uzantıları üzerine hiç düşünmemiş, ama yakıt fiyatları artınca bisiklet kullanımının da yaygınlaşacağını düşünüyor. Tek parametrede gerçekleşecek değişiminin toplumsal algılar üzerinde devrim niteliğinde etkilerde bulunacağını iddia ediyor. Bunlar çağdaş, uygar, laik… Biz çağdışı, köylü ve kabayız… Ben gerçekten ikna oldum, çağ buysa ben çağdışı olduğumu, şehirli zekâsı bu kadarsa ben köylü olduğumu, uygarlık bilim dışı sabuklamalar ise ben medeniyet yoksunu bir kaba olduğumu kabul ediyorum. 

Yakıt fiyatları artınca bisiklet kullanımı uçacakmış, kaçacakmış(!) Yersen! Bunun iddia edilmesinde bir beis yok bence, sonuçta ülkemizde mehdi olduğunu iddia eden insanlar da var, geçmişte oldukları gibi gelecekte de var olacaklar. Buna engel olamayız. Sorun şurada: Bunu iddia edenlere karşı akıl ve bilimi savunan kimse kalmadı. Bir kişi de çıkıp bunlara “Hadi oradan!” deme cesaretini gösteremiyor. Bisiklet camiasından aforoz edilme korkusu hakikati tesis etme arzusunun önüne geçmiş. Suskunlukları bundan…

Kimse bunlara "Bir dakika kardeşim, geceleri bisiklet sürerken sarı yelek kullanmak zorunlu olunca bisiklet kullanımına büyük bir darbe vurulacak!" dediniz ve teoriniz tutmadı; "Yakıt fiyatları artınca bisiklet kullanımı yaygınlaşacak!" dediniz, bu teori de tutmadı; "Pandemi yüzünden bisiklet kullanımı artacak!" diyordunuz, millet otomobil almak için sıraya girdi, bu da tutmadı. Ortaya attığınız hangi fikir varsa elimizde kalıyor, siz nasıl bisiklet aktivisti, siz nasıl "fikir adamı", siz nasıl bir teorisyensiniz ki ortaya attığınız tek bir fikrin bile gerçek hayatta bir karşılığı çıkmadı, çıkmıyor?

Kimse bunları sormayınca doğal olarak köpeksiz köyde değneksiz dolaşılıyor. Eleştirel düşünme ve sorgulamanın niçin bir 21. Yüzyıl becerisi olarak tanımlandığını şimdi daha iyi anlıyorum. Şimdi de “mikromobilite” ile otomobil kullanımı azalacak ve bisiklet kullanımı artacak diyorlar. Bekleyip göreceğiz bu teorinin de sunucunun ne çıkacağını. Bu noktada kayıtlara geçmesi maksadıyla sizlere tek bir şey söyleyeceğim: Otomobil Türkiye'de erkek cinsinin ikinci cinsel organıdır. Türk erkeği her şeyden feragat eder; ama otomobilinden feragat etmez, edemez, ettirilemez!!!! Türkiye'de bir erkeğin üç şeyi büyük olmalıdır: parası, arabası ve şeysi… Anladınız onu… “Söyletmen beni!” “Şeysi” maddesi ile evrim bilimi ilgileniyor, orası bizim konumuzun dışında. “Parası” maddesi ile ekonomi bilimi ilgileniyor, ekonominin mevcut durumu zaten ortada, anlatmaya gerek yok. Geriye bir tek “otomobili” seçeneği kalabiliyor. Ondan da vazgeçemiyorlar, vazgeçemeyecekler! Mevcut ekonomik durumları ile hangi otomobili alabiliyorlarsa onu alıp binecekler.

Sosyolojik olarak tartışılmaz bir gerçektir ki Türk erkeği otomobilinden vazgeçemez. Bana inanmayanlar, pazar günlerinde evlerine en yakın benzinliğin önüne mitili atarak otomobilini yıkayan erkekleri bir süreliğine uzaktan gözlemlesin. Sonra konuşalım. Rastgele bir sokak röportajında 100 kadına sorun, erkeğinizde hangi özelliklerin olmasını istersiniz diye. Büyük çoğunluğu diğer bütün olumlu özelliklerin yanı sıra “Arabası olsun, beni gezdirsin!” diye cevap verecektir. Gördüğünüz gibi otomobil kullanımı konusunda güçlü bir "cinsel seçilim" baskısı var. O erkekler o otomobilleri her koşulda ve her durumda alacaklar, yakıt fiyatları 100₺ olsa da otomobil fiyatları 10 milyona dayansa da türünün devamlılığını sağlamak isteyen ortalama bir erkek mecburen bir otomobil sahibi olacak!

HER GEÇEN GÜN BİRAZ DAHA (OH YES, OHHH YESSS) ARTAN YAKIT FİYATLARI YA DA İNSANOĞLUNUN TEDAVİ EDİLEMEZ AHMAKLIĞI

Önce ucuz petrol fiyatlarıyla birlikte insanları otomobile iyice alıştırdılar. Sonra sizi otomobil olmadan günlük ihtiyaçlarınızı bile karşılayamayacak düzeyde uyuzlaştırdılar. Şimdi de istedikleri petrol fiyatını belirleyerek sizi inek gibi sağıyorlar. Ivan Illyich, Enerji ve Eşitlik adlı eserinde ayrıntılı olarak bu süreci açıklamıştı. Meraklısı kitabı bulup okusun. Uzun uzun anlatamam.

Bu durum tamamen sizin salaklığınız yüzünden oldu. Kimse sizin kafanıza silah dayayarak sizi buna zorlamadı. Otomobile tapanlar tarikatı müritlerine döndünüz. Vaktinde bu konuyu da “Otomobile Tapanlar Tarikatı” başlıklı yazımızda ayrıntılı olarak ele aldık. Okumadınız. Sahibiniz hangi petrol fiyatını belirlerse belirlesin itiraz etmeden itaat eden uysal köpeklere çevirdiler sizi.

Bu düzeni siz seçtiniz. Hiç boşuna ağlamayınız. Kent içi ulaşım ihtiyacını bisikletle karşılayan insanlarla alay ederken hiç ağlamıyordunuz oysa. Ekmek almaya bile otomobille giden ahmaklar toplumusunuz siz, size dayatılan petrol fiyatlarına da katlanmak zorundasınız.

Buradan yıllarca sizi uyardık. Bisiklet özgürleştirir, otomobil köleleştirir dedik. Dinlemediniz. İnsan bedeni iki ayak üzerinde hareket etme esası (bipedalizm) üzerine evrimleşmiştir, hareket etmez ise doğasına aykırı bir yaşam sürer ve dolayısıyla çeşitli sağlık sorunları yaşar dedik. Dinlemediniz.

Buradan yıllarca sizi uyardık. Bisiklet zenginleştirir, otomobil fakirleştirir dedik. Dinlemediniz. Gayri safi milli hasılası bize tur bindiren ülkelerde her geçen gün otomobil kullanımı azalıp bisiklet kullanımı artarken bizim ülkemizde otomobil satışları tarihi rekorlar kırdı. Ülkesinin topraklarından ulusal tüketim ihtiyacını karşılayacak kadar petrol çıkmayan bir ülkede insanları çılgınlar gibi otomobil almaya teşvik ettiler.

Bütün bu uyarılara kulak asmadınız. Kişisel konforunuzdan vazgeçemediniz. Bu yüzden 40₺+ benzin ve mazot fiyatları size müstehaktır. Daha beter olun. Daha fazla zam gelsin. Siz bu yakıt zamlarının tamamını fazlasıyla hak ettiniz. Az bile zam koyuyorlar bence... Ben olsam bu köleler toplumuna hiç acımam, daha fazla gömerim akaryakıt zamlarını! Nasıl olsa itiraz etmeyecekler. Nasıl olsa boyun eğecekler!!! 

Siz akaryakıt fiyatlarından sürekli şikayet ederken biz ise -yani size göre otomobil almaya gücü yetmeyen pis faakirler ile kışın soğuğunda bile bisikletle ulaşım ihtiyacını karşılayan akılsız salaklar- bisikletlerimizle bedava kent içi ulaşımın keyfini süreceğiz. Artan yakıt fiyatları yüzünden otomobiline binemez hâle gelen insanları uzaktan ve yakından keyifle izleyeceğiz.

Her gün, bugün yakıt fiyatlarından şikayet eden ve geçmişte bir süreliğine bile olsa bisiklet kullandığım için benimle alay edip beni aşağılayan bir insanın daha otomobiline binemez hâle gelişini zevkten dört köşe olarak izliyorum.

Bu manzaraları izlerken sadistçe bir zevk alıyorum. Orgazm bile bu kadar etkilemiyor artık bedenimi. Bunu saklayacak değilim. Onlar koca göbekleri ve değirmen taşı gibi kalçaları ile yürümekte zorlanırken ben yanlarından bisikletimle rüzgâr gibi geçip gidiyorum.

Onlar akmayan trafikte gitmeyen bir arabanın içinde dünyanın en pahalı yakıtını tüketerek beklerken ben yanlarından bisikletimle rüzgâr gibi geçip gidiyorum. Bunu yaparken de zevk alıyorum. Bunu yaparken zevk alacağım. Bunu yaparken zevk almaktan kendimi alamıyorum. Bunu yaparken zevk almaya devam edeceğim. Bunu yaparken zevk almaktan bir an bile vazgeçmeyeceğim.

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.... Şimdilik…

6 Eylül 2023 Çarşamba

20 BİSİKLET OYUNU - ÇOCUKLAR İÇİN EĞLENCELİ BİSİKLET

Yaz boyunca trafikte katledilen onlarca bisikletçinin acısıyla kahrolduk. Bir sonraki kurban biz olmayalım diye bu soruna kendimizce çeşitli çözüm yolları önerdik. Eylemler yapıp kamuoyunda gündem oluşturmaya çalıştık. Sonuç olarak her zamanki işleri yaparak farklı sonuçların ortaya çıkacağını bekleyerek koskoca bir yaz sezonunu daha verimsiz bir şekilde geride bıraktık. Geçen yıl da trafikte öldürülen bisikletliler için eylemler yapıp kamuoyu oluşturmaya çalışmıştık. Ondan önceki yıllarda da aynı işleri yaparak yetkililerin ilgisini bu konuya çekmeye çalışmıştık. Her defasında başarısız olmamıza rağmen hâlâ aynı eylemleri yaparak başarıya ulaşacağımızı sanmaya devam ediyoruz. Allah ıslah etsin demek dışında elimizden bir şey gelmiyor.

Oysa çözüm belki de işin temellerindedir. Temele inmeden bu sorunu çözmenin imkânı kalmamıştır belki de… Bu yazıda size tanıtmaya çalışacağım kitap tam olarak bunu yapmaya çalışıyor. 20 Bisiklet Oyunu adlı bu kitabın alt başlığında "Çocuklar İçin Eğlenceli Bisiklet Eğitimi" ifadesini görünce mutluluktan havalara uçacak gibi oldum. Hele hele kitabın kapağında "Önce Güvenli Bisiklet Sonra Güvenli Trafik" ifadesini görür görmez mutlaka bu kitabı bir şekilde edinmek ve incelemek gerektiğine kesin kanaat getirdim. Zira "bisiklet eğitimi" ülkemizde bisikletlilerin yaşadığı tüm sorunların temelinde yatıyor bence. Bu kitap "bisiklet eğitimi" konusundaki büyük açığı bir ölçüde kapatmaya çalışıyor. En azından trafiğe kapalı ortamlarda yapılacak bu etkinliklerle çocukların bisikletin eğlenceli yönünü kavramalarını sağlıyor. Etkinliklerin yapısına baktığımızda ise çocukların bisiklete hâkimiyetini arttırmaya yönelik hamlelerin yer aldığını görüyoruz ki bu da ileride bisikletleriyle trafiğe çıktıklarında onlara büyük bir avantaj sağlayacak.


Trafikte güvenli bisiklet kullanma taktiklerini öğretmeye yönelik planlı bir eğitim faaliyetinin olmaması ülkemiz açısından en büyük eksikliktir. İnsanları bisikletli yaşama kazanma konusunda çok büyük zorluklar yaşadığımız söylenemez, mevcut ekonomik koşullar zaten ülkemizdeki insanlara bir ulaşım aracı olarak bisikleti fazlasıyla dayatıyor. Asıl sorun yaşadığımız nokta, bisiklete yeni başlayan bireyleri bisikletli yaşamın içinde tutmayı başaramıyor olmamız. Trafikte bisiklet sürerken en küçük bir tehlikede bile bisikletten soğuyan, trafikte bisiklete binme konusunda korkup çekinen bireyleri kaybediyoruz. Hiçbir eğitim almadan trafiğe bisikletle çıkan bu deneyimsiz sürücülerin hiçbir suçu yoktur. Onları bisikletli yaşama kazandıktan sonra onlara gerekli eğitimleri vermeyen, veremeyen bisiklet toplulukları bu noktada büyük sorumluluk altındadır.


Öncelikle bu kitabın dilimize çevrilerek yayımlanmasına önderlik eden Alanya Doğa Sporları Kulübü'ne ve Mehmet Zafer Peker'e sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Bisiklet aktivizminin hakkını veren ALDOSK, sadece söylemsel olarak değil eylemsel olarak da bisiklet kültürünün gelişimine yoğun katkılar sunan bir sivil toplum kuruluşu olarak öne çıkıyor. Kitabın varlığından bisiklet antrenörü Süleyman Coşar'ın aracılığıyla haberdar oldum. Bu işin içinde olan her insan gibi Süleyman Coşar da bisiklet konusunda eğitimin ne kadar önemli olduğunu biliyor. Onun aracılığıyla Mehmet Zafer Peker beyefendiye ulaştım, o da bu kitaptan birkaç adet gönderme nezaketiyle beni onurlandırdı. Şu anda bu hazineyi inceleyip size tanıtma şerefine bu şekilde müşerref oldum. Kitabı www.adosk.org.tr adresinden elektronik olarak da indirebilirsiniz.


Kitap Danimarka Bisikletçiler Federasyonu'nun bir yayını. 15000 (yazıyla on beş bin) civarında üyesi olan bir federasyon bu. Rakamı görünce ve Danimarka nüfusuna oranlayınca gözlerimde şimşekler çaktı. Bugüne kadar her ortamda ve her bağlamda ülkemizdeki bütün bisiklet topluluklarının tek bir üst çatı altında toplanması gerektiğini savunan biri olarak bu birliğin ülkemizdeki bisiklet topluluklarına da örnek olması gerektiğini düşünüyorum. Danimarka Bisikletçiler Federasyonu "bisikleti herkes için doğal, güvenli günlük seçim hâline getirmek ve daha sağlıklı, daha sürdürülebilir bir dünya yaratmak için bisikleti kullanmaya" çalıştığını iddia ediyor. Bu misyon, bizlere de çoğu açıdan oldukça makul, uygulanabilir ve gerçekçi bir program özeti sunuyor.


Kitaptaki etkinlikler çocukları trafikte güvenli bisiklet kullanmaya "hazırlıyor." Kitabın bizi temele indirdiği nokta işte burası. Çocuğu bir anda trafiğin içine atmak yerine, ilk adımda onu trafikten uzak bir ortamda eğiterek trafiğin keşmekeşine hazırlıyor. Çocuğun hem kendini hem de başka sürücüleri korumasına katkı sunuyor. Bisikletine hâkim olamayan, manevra kabiliyeti gelişmemiş, nasıl düşüleceğini öğrenmemiş bir çocuğun bisikletiyle trafiğe salınmasının ölüme davetiye çıkarmaktan farkı yoktur. Kitabı hazırlayanlar da bunu düşünerek 20 farklı etkinlikte ve her etkinlikte farklı bir bisiklet hamlesini temele alarak çocuklara güvenli bisiklet sürmeyi öğretiyorlar.


"Güvenli bisikleti oyunla öğren" sloganıyla başlayan kitaptaki etkinliklerin asıl amacının çocuklara güvenli bisiklet sürmeyi öğretmek olduğunu anlıyoruz. Kitaptaki etkinlikler 12 yaşındaki cocuklar için tasarlanmış olsa bile bisiklete yeni başlayan yetişkinler için de oldukça yararlıdır. Hatta bana göre bu kitaba çocuklardan daha çok yetişkinlerin ihtiyacı var. 30 yaşından sonra bisiklet sürmeyi öğrenmiş her birey öncelikle mutlaka bu etkinlikleri uygulayarak kendini geliştirmeli ve daha sonra bisikletiyle trafiğe çıkmalı. On beş yıldan fazla bir süredir şehir içi trafikte frensiz fixie kullanan bir bisikletçi olarak ben bile bazı etkinlikleri yaparken zorlandım. Çalıştırmadığım bazı kas gruplarının ne kadar güçsüz kaldığını fark ettim. Bu açıdan yıllardır bisiklet süren bisikletçiler de bu kitaptaki etkinlikleri uygulamalı.


Kitaptaki etkinlikler Talmud ayetleri gibi değil. Çeşitli açılardan yoruma açık, değiştirilebilir, güncellenebilir, hatta geliştirilebilir etkinlikler. Hatta bu etkinliklerden hareketle daha eğlenceli başka etkinlikler üretmeye de müsait bir yapıları var. Kitapta bu konuda gerekli açıklamalar yapılıyor ve ek olarak "hayal gücünüzü kullanın ve deney yapın" denilerek hem çocuk oyuncular hem de onların öğretmenleri yaratıcılığa teşvik ediliyor. Etkinliklerin sağlıklı bir biçimde yapılabilmesi için gerekli ekipman da tanıtılıyor. Herkesin ha deyince bulabileceği kadar basit ve ucuz ekipmanlarla bu etkinlikleri yapabilirsiniz. Birebir aynı ekipmanları kullanmak zorunda değilsiniz, etkinlikler o konuda da yaratıcılığınızı kullanabilmenizi sağlayacak esneklikte üretilmiş.


Keşke bizim ülkemizde de MEB tarafından "seçmeli bisiklet dersi" için böyle bir doküman hazırlanabilse. Bu seçmeli bisiklet dersinin iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda okulda uygulanabildiğini biliyoruz. Neden??!!! Öğrenciler seçmiyormuş!!! Akıl ve beyin sahibi bir ortaokul çocuğu, seçmeli ders olarak okuma becerilerini mi bisikleti mi tercih eder? Siz öğrenci olsaydınız hangisini seçerdiniz? Seçmeli dersleri çocuklar seçiyor olsaydı tabii ki bisiklet dersi tercih edilirdi. Ancak adı seçmeli olan bu dersi öğrenciler değil çoğu zaman okul idarecileri seçiyor, hatta öğrencilere şu şu şu dersleri seçeceksiniz diye talimatlar veriliyor. Evet, 21. Yüzyıldayız; evet, bu ülkede hâlâ çocuklar adam yerine konulmuyor!!!


Bisiklet dersi, eğitim, çocuklar demişken aklımıza bir de bu etkinlikleri öğrencilerine yaptıracak, hatta kendini tutamayarak oyuna katılacak sevgili öğretmenlerimizi de unutmamalıyız. Onların rehberliği olmadan bisiklet kültürünü topluma yaymak mümkün olmayacaktır. 70'li yıllarda 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nda bisikleti olan bütün öğrencilerine süsledikleri bisikletleri ile kortej geçişi yaptıran 1955 İvriz Köy Enstitüsü Mezunu Öğretmen Ali Peker'i anmadan yazımızı bitirmeyelim. Ülkemizi her alanda aydınlıklarla tanıştıran enstitülü öğretmenlerimizin bisiklet konusunda da öncü olduğunu görmek bizi şaşırtmıyor. Onların kutsal emeğinin önünde saygıyla eğiliyoruz.

1 Şubat 2023 Çarşamba

CICLISTE PER CASO-BİSİKLET ÂŞIKLARI


Ulu Gök Tanrım kimseyi Netflix'den film izleyecek kadar işsiz bırakmasın!!! Uzun zaman süren aralıksız ve yoğun bir çalışma temposundan çıkınca kendimi işsiz ve amaçsız bir şekilde internette dolanırken buldum. Bu boş beleş zamanı daha verimli bir biçimde nasıl değerlendirebilirim diye düşünürken uzun zamandan beri Netflix'teki bisiklet temalı filmleri izlemeyi ertelediğimi hatırlayıp onları izlemeye karar verdim. Arama çubuğuna "bisiklet" yazıp tarattığımda Netflix'teki bisiklet konulu içeriklerin ne kadar az olduğunu fark ettim. Üç - dört film arasından size tanıtmak için Cicliste Per Caso - Bisiklet Âşıkları filmini seçtim. Tabii ki öncelikle filmi kendim birkaç kere baştan sonra izledim. Size tanıtılmaya lâyık bir film olduğuna kanaat getirdim.

Öncelikle filmin adındaki sahtekârlığı ortaya koyarak başlamak istiyorum. Pazarlama dâhisi Netflix editörlerinin yeni bir şaklabanlığını görüyoruz burada. Filmin İtalyanca adı Cicliste Per Caso. Türkçe meali Tesadüfi Bisikletçiler! Netflix'in koyduğu isim ne ola peki: Bisiklet Âşıkları!!! Bir buçuk saat film izledim, hatta ikinci izleyişimi de sayarsak üç saat diyelim. (Bir de bu yazıyı yazmaya karar verdikten sonra önemsiz bölümleri ileri sardırarak izledim; ama onu izlemesen saymıyorum.) Filmde aşka dair içerik toplasan iki dakikayı geçmez. Tanıtımda da "ilişkiler" ile ilgili bir hikâye olduğu vurgulanıyor ki bu da filmi izletmek için yapılmış bir sahtekârlık daha… Yeni evlenmiş iki kadının bisikletle bir yolculuğa çıkması dışında ilişkiler ile ilgili diyalogları üç beş cümleyi geçmiyor. Bitti mi? Hayırrrrrr… Ek olarak film +18 olarak verilmiş. İki kadının öpüşmesini +18 olarak listeleyen özgür Netflix platformunu saygıyla selamlıyorum (!) Zira bunun dışında bir yetişkin içeriği yok bu filmde. Film gecesinde ailenizle izleyebileceğiniz bir film bence. Birazcık araştırma yaptıktan sonra filmin alt başlığının "Grizzly Tour" olduğunu buluyoruz. Türkçe meali "boz ayı turu"! Filmi izleyince siz de bu ismin filme konulacak en mantıklı isim olduğuna kanaat getiriyorsunuz zaten. Ulen Netflix! Yeminle söylüyorum, yatacak yerin yok!


Silvia Gottardi ve Linda Ronzoni Kanada'dan New Mexico'ya 4418 kilometrelik bir yolculuğa çıkıyorlar. Bisiklete binen iki kız, kıta bölünmesi rotası (Continental Divide of the Americas) üzerinden Kanada'dan Meksika'ya doğru bir vahşi yaşam turuna çıkıyorlar. Kıta bölünmesi yolu binlerce macerapereste ve sporcuya ilham kaynağı olan efsanevi bir yol. Pasifik Okyanusu ve Atlantik Okyanusu'nun havzaları Great Valley'de ayrılıyor. Bu bölünmeyi kuzeyden güneye doğru takip eden çizgiye kıta bölünmesi rotası deniyor. Ülkeler coğrafyası konusunda donanımlı arkadaşlar burada kıta bölünmesi ile ne anlatmaya çalıştığımızı anlamıştır. Anlamayanlar ise kısa bir Google taramasıyla yeterli bilgiye ulaşabilir. Linda filmde bu yol hakkında şöyle diyor: "Yol size meydan okuyup yanına çağırıyor ve ben de bu çağrıya cevap vermeye geldim." Silvia acı çekmeyi seven tutkulu bir bisikletçi; ama yol arkadaşı Linda'nın bu süreçte yaşadıkları onu bu düşünecelerinden çok çok uzaklara taşıyor. Silvia ruhen ve bedenen bu rotaya oldukça hazır; ama Linda henüz bu rotayı kaldıracak mental düzeyde değil. Ancak yol onu eğitiyor ve bu rotayı tamamlayacak seviyeye taşıyor. İzleyince hangi duraklardan geçerek bu seviyeye ulaştığını göreceksiniz.


Bu tur, iki kadının vahşi doğada neler yapabileceğini görebilmemiz için bir meydan okuma anlamı taşıyor. Kadınların yalnız başına da güçlü olabileceğini vurguluyor. Kadın şunu yapamaz, bunu yapamaz diyerek olur olmaz her alanda ahkâm kesen eril zorbalığa karşı verilecek en kaliteli yanıt onların kadın yapamaz dediği her şeyi "kadın başına" yapmayı başarabilmektir. Bu dehşetengiz bisiklet turu da bu yanıtlar listesine eklenebilir. Turun ne derece tehlikeli olduğunu anlayabilmeniz için şunu söyleyebiliriz: Tur sırasında ayı saldırısından kendilerini korumak için yanlarına ayı kovucu sprey ve ayıları uzaklaştıran çanlar satın alıyorlar. Tur sırasında Silvia ve Linda'ya yardım eden kadınlar da var. Tur sırasında yalnız olmayacaklar. Ramona Linzola (ki bu arkadaş anlayabildiğim kadarıyla fizyolojik olarak bir erkek) ve Simona Pezzano onlara yardımcı oluyorlar. Onlar da bu tura bisikletle katılıyorlar ve çoğu yerde bu turu üç kadın birlikte yapıyor. Bazı bölümlerde dört kadın görüyoruz. Ne kadar kadın o kadar iyi! Linda ve Silvia bir ay önce evlenmişler ve bu turu bir balayı olarak görüyorlar. Bize de Allah mesut bahtiyar etsin, bir yastıkta kocasınlar demek düşüyor. Bu kadar zorlu bir rotaya dayanabilen bir ilişki zaten bir yastıkta kocayacak seviyeye ulaşır gibi geliyor bana. Hayırlısı… Fimdeki "ilişki" vurgusunu kapsayan tek konu da bu oluyor zaten.


Her uzun turun öncesinde yapıldığı gibi bu turun öncesinde de birtakım planlamalar yapılıyor; fakat her uzun turcunun bildiği gibi o planlamaların hepsi yolda çöp oluyor. Silvia ve Linda GPS benzeri modern teknolojik araçlarla bu tura çıkmak yerine eski okul harita turculuğu yaparak rotalarını çıkarıyorlar. Yolun büyük bölümü dağ yollarında toprak arazide patika benzeri yerlerde geçiyor. Tur boyunca karşımıza çıkan göl, orman, patika manzaraları bizleri de hemen bisikletimizi alıp oralara gitmeye davet ediyor. Bu filmdeki doğa manzaraları ülkemizde bisiklet turizmini canlandırmaya yönelik çalışmalar yapanlara birtakım yaratıcı fikirler verebilir. Bizim kıta bölünmesi gibi bir bisiklet rotamız var mı? Varsa nerede? Bu rotada bisikletçilerin güvenli biçimde konaklayabileceği butik oteller ya da kamp merkezleri var mı? Netflix'te yayınlanan bu film, ilgili rotaya yönelik milyon dolarlık bir turizm reklam projesine bedel bir tanıtım faaliyeti işlevi görüyor. Benzer bir içeriği Türkiye için üretip Netflix ya da YouTube platformunda yayınlamak gerekiyor. Çünkü bizim ülkemizdeki manzaralar bu filmdekilere fark atar. 


Kızlar bu zorlu tura Kanada'dan başlıyorlar, daha sonra ABD'ye geçiyorlar, oradan da Meksika sınırına kadar uzanacaklar. İnanılmaz derecede zorlu bir rota bu. Şehirlerarası asfalt yollarda bile 4000 kilometreyi geçen bir rotada yol almak yeterince zorlu bir süreç iken bu iki çılgın kadın bunu dağ yollarında yapmayı deniyorlar. Turun Kanada bölümünde harika insanlarla karşılaşıyorlar, Amerika kıtasında karşılaşabilecekleri en kibar insanlarla tanışıyorlar bence; ama turun başında da korktuklarını belirttikleri boz ayılar rotalarını değiştirmelerine neden oluyor. Tura çıkarken yapılan bütün planları bir boz ayı bozmaya yetiyor. Ne ayıymış arkadaş ya?!!! Ben oralara gidip o rotada bisikletle tur yapma şansını elde edebilsem ayı değil ayının sülalesi gelse beni yolumdan döndüremez. Sonuçta ayıyla güreşmiş bir milletin evlatlarıyız. İnanmayan Google'a "ayıyla güreşen adam" yazsın bakalım, ne çıkıyor??? Ayı, ayılığını bilsin arkadaş! Şurada efendi efendi bisikletimizi sürüp gideceğiz. 


Rotanın Kanada bölümünü bitirip ABD bölümüne geçiyorlar. Burayı hiç izlemesem mi acaba diye düşünürken ABD rotasının başında turcularımızı bir sürpriz karşılıyor. Bize göre standart bir durum, zira ABD'yi en az kendi ülkemiz kadar iyi tanıyoruz. Çocukluğunuzda o kadar Amerikan filmini size izletmiş olsalardı siz de az çok bilirdiniz. Dünyanın en acımasız ve kaba insan topluluğunu dünyanın en mükemmel coğrafyalarından birinde yaşatan kadere sitemler ederek devam ediyoruz filme. Kadın turcularımız, Kanada'da vahşi doğada çadırların arasında boz ayıların dolaştığı inanılmaz kamp alanlarından sonra etraflarında evsizlerin dolaştığı bir kamp alanına geliyorlar. Amerika'ya hoş geldiniz kızlar!!! This is ABD! Çoğu açıdan boz ayılar, ABD'lilerden daha kibar ve insancıl olabilir. Yahut ben öyle düşünüyorum. Turun ABD bölümünde benim görebildiğim tek olumlu şey kadın kovboylar oluyor. Bu turun en maceralı ve zorlu kısmı ABD'de geçiyor. Filmi izlemeyenler için spoiler vermek istemiyorum; ancak şunu söyleyebilirim ki bu turun ABD bölümü doğaya karşı bir meydan okumaya dönüşüyor. Mental olarak da turcuların en fazla zorlandıkları bölüm burası oluyor.


Cicliste Per Caso - Tesadüfi Bisikletçiler filminin kadın turculuğu açısından oldukça güzel bir film olduğunu düşünüyorum. Ülkemizde daha zorlu rotalarda üstelik tek başına yol alan kadın bisikletçilerin var olduğunu biliyorum; ama ülkemizdeki sinemacıların saçma sapan dizi içerikleri çekmekten vakit bulup da onların maceralarına odaklanacak zamanı bulamayacaklarını da biliyorum. Neyse, bizim sinemacılar ülkemizin cesur kadın bisikletçilerini fark edene kadar sizler Netflix'te başka milletlerin kadın turcularının maceralarını konu edinen "aşk dolu" içeriklerini izlemeye devam edin. Size iyi seyirler diliyorum. 



Bu muhteşem ikilinin diğer maceralarını
https://www.ciclistepercaso.com/ internet sitesi üzerinden takip edebilirsiniz. Sosyal medyayı da etkin bir şekilde kullanıyorlar, hâlâ sosyal medya kullanan çağdışı yaratıklardansanız o mecradan da takip edilebilirler. Bir de kitap çıkarmışlar. İtalyancası olan dünya vatandaşı polyglot arkadaşlar bu kitabı edinip okuyabilirler, bizim gibi Türkçeden başka dil bilmeyen köylüler ise kitap Türkçeye çevrilene kadar beklemek zorundalar. Kısacası sonsuza kadar diyelim. Püfff… Canım sıkıldı yine. Yazıyı burada bitiriyorum. Size iyi okumalar diliyorum.

5 Temmuz 2022 Salı

TÜRKİYE BİSİKLET FEDERASYONUNUN 2022 KARNESİ VOL 1!

Aslında bu yazı hiç yazılmayacaktı. Hatta artık bisiklet sporuyla ilgili tek bir yazı bile yazmamaya karar vermiştim. Ama Portekiz Avrupa MTB Şampiyonası Olayı kanıma dokundu. Kabullenemedim. Damarlarında zerre kadar Türk kanı taşıyan biri bu durumu kabullenemezdi. Bizi bu sonuca götüren yanlışlar silsilesini bisiklet kamuoyunun dikkatine sunmak istedim.

1. Bodrum Gran Fondo Olayı


Aynı tarihte Karaman'da federasyon yarışı vardı. Türkiye Bisiklet Federasyonu başkanı kendi federasyonunun düzenlediği bir yarışa katılmak yerine bir turizm şirketinin düzenlediği yarışa katılmayı tercih etti. 


Kendi federasyonunun düzenlediği yarışta kendi lisanslı sporcularına ödül vermek yerine profesyonel bisiklet sporuyla hiçbir ilgisi olmayan bir gran fondo etkinliğinde kürsüde ödül vermeyi tercih etti. Gran fondo etkinliğinde on binlerce liralık ödüller dağıtılırken Karaman'da dağıtılan ödüllerin tamamı Karaman'da faaliyet gösteren bir vakıf tarafından verildi. Gran fondoda dağıtılan on binlerce liralık hediyeyi ise bisiklet sektöründe faaliyet gösteren firmalar üstlendi. Federasyona bağlı resmî bisiklet takımlarına destek vermeyen bu sponsorlar gran fondoda birinci olanlara on binlerce liralık hediyeler vermeyi tercih ettiler.

Burada verilmek istenen örtük ileti neydi? Gran fondolar profesyonel bisiklet sporundan daha önemlidir. Kimse önemsiz bir etkinlikte boy gösterip kendini küçültmek istemez. Demek ki Türkiye Bisiklet Federasyonu'na göre gran fondoda yarışan amatör bisiklet sporcuları, Karaman'da yarışan profesyonel bisiklet sporcularından daha önemli ve değerlidir.

2. Slovenya Velodrom Kampı Olayı

Ülkemize en yakın velodrom Bulgaristan'da var. Burayı tercih etmek varken daha uzak bir yer olan Slovenya tercih edildi. Bu yer seçimi kafilenin konaklama ve yol masrafı maliyetini neredeyse iki katına çıkardı. 

Bu duruma ek olarak kafileden sorumlu antrenör, takımın başında görevli olmasına rağmen bir günlüğüne takımı bırakıp kamp yerine 70 km mesafedeki bir yerde düzenlenen Uci Gran Fondo'sunda yarışmaya gitti. Sonuç listesinde dördüncü olarak yarışı bitirdiği gözlendi. 

Buna dayanarak bisiklet camiasında şu sorular gündeme geldi:

Kamp yeri antrenörün katılmayı istediği yarışa göre mi tespit edildi? Sırf bu antrenör gran fondoda koşsun diye koskoca takım daha uzak ve daha maliyetli bir yere mi gönderildi?

Slovenya'daki velodrom kampı yerinin belirlenmesinde karar alıcı mevkide kimler vardı? Bu karar kimler tarafından alındı? Gerekçeleri nelerdi? Neden daha ucuz olan Bulgaristan değil de Slovenya tercih edildi? Daha maliyetli bir tercihin bisiklet sporu açısından herhangi bir gerekçesi yoksa bu karardaki açık kamu zararını kimler telafi etmelidir?

Slovenya'daki velodrom kampı hangi hedef yarış için düzenlendi? Bu kamptan sonra takım hangi pist bisikleti yarışlarına gönderildi? Bu yarışlarda elde edilen derecelere bakarak konuşmak gerekirse bu kadar masrafa değdi mi?

Kampta kullanılan track bike'lar nereden temin edildi? Bunlar için bir kiralama bedeli ödendi mi? Ödenmiş ise ne kadar? Koskoca Türkiye Bisiklet Federasyonu'nun millî takımdaki 6 bisikletçiyi tepeden tırnağa kadar pist bisikleti malzemeleri ile donatabilecek bütçesi yok mudur? Uci lisanslı pist bisikleti antrenörlerimize soruyoruz: Emanet bisikletle yarış kazanılır mı? Bu kampın pist bisikleti millî takımındaki bisikletçilerimize somut faydası ne oldu?

Zaten kamp kaç gündü? Bir hafta yahut 10 günlük kampın bir gününde gran fondoda yarışan sorumlu antrenörün amacı nedir? Bu antrenörü oraya gran fondo koşması için mi gönderdik, yoksa büyük çoğunluğu ilk defa velodrom gören bisikletçilere eğitim vermesi için mi?

3. Gaziantep Türkiye Şampiyonası Olayı 

Türkiye Bisiklet Federasyonu'nu başkanı Gaziantep'de düzenlenen Türkiye Şampiyonası'na katıldı. Pazar günü düzenlenen elit kategori yarışlarına kadar Gaziantep'te yarışları takip etti. Pazar günü, Tour of Turkey'de Türkiye'yi temsil eden iki continental takımımız ile birlikte Türk bisiklet sporunun zirvesi olarak kabul edilen elit kategorideki bisikletçilerimiz yarışacak ve Türkiye Şampiyonu belirlenecekti.

Pazar günü ise İstanbul'da düzenlenen Turkcell Gran Fondo'ya katıldı, kendi lisanslı sporcuları olan elit kategori yarışlarını takip etmek yerine özel bir şirket tarafından düzenlenen gran fondoyu takip etmeyi tercih etti, kendi lisanslı sporcularına (Türkiye şampiyonu) kupasını ve madalyasını vermek yerine gran fondo birincisine madalya vermeyi tercih etmiştir.

4. Portekiz Avrupa MTB Şampiyonası Olayı

Yarış sonuç tutanağında bizim bisikletçilerimizin DNS (did not start- start almamıştır) biçiminde tasnif edildiğini gördük. Bu güne kadar bisikletçilerimizin niçin start almadıkları hakkında federasyon tarafından hiçbir resmî açıklama da yapılmadı. Bisiklet kamuoyunun kafasında şu sorular belirdi:

Teknik toplantıya katılım sağlanmadığı için yarış saatini öğrenemedik, bu yüzden de bisikletçilerimizin yarış saatini kaçırarak yarışa katılamadıkları iddia ediliyor, doğru mudur? Doğru ise teknik toplantıya katılmayan teknik heyet üyesi kimdir? Bu durumdan doğan kamu zararı kendisine ödetilmiş midir?

Bu iddialar asılsız ise takım başka bir sebeple yarışa katılamadıysa bu sebep nedir? Takım hâlinde yarıştan çekildiysek bunun gerekçesi nedir? Koskoca takımı bütün malzemeleri ve üyeleri ile Portekiz'e kadar yarış koşmamaları için mi gönderdik? Bu turistlik spor gezinin maliyeti kim tarafından karşılanmıştır? 

Sonuç

Bu güne kadar yapılan hatalara bakarak yorum yapmak gerekirse mevcut Türkiye Bisiklet Federasyonu yönetiminin bir önceki yönetimden hiçbir farkı yoktur. Aynı hatalar tekrar edilmektedir. Akdeniz Oyunları'nda toplamda en çok madalya alan ülke Türkiye'dir. Ama bu madalyaların bir tanesi bile Türkiye Bisiklet Federasyonu bisikletçileri tarafından alınmamıştır. Bütçesi Türkiye Bisiklet Federasyonu'ndan daha az olan birçok federasyon (cimnastik) madalyalardan buket yapıp yurda şerefle geri dönerken bisikletçiler ilk 5'e bile girememiştir. Yukarıdaki somut hatalar bu başarısızlık tablosunun temel sebebidir. Türkiye Bisiklet Federasyonu'na derhâl bir çeki düzen verilmelidir.

7 Şubat 2022 Pazartesi

SERTAÇ KASAPLAR, BAS PEDALA AVRUPA (BİSİKLETLİ YAŞAM HİKÂYELERİ)

Kitap, Sertaç Kasaplar'ın bisikletli yaşam hikâyeleri dinlemek amacıyla yaptığı röportajlar ve bu röportajlar için Avrupa'da yaptığı bisikletli yolculuğu konu ediniyor. Kitabın birinci bölümünde yazarın Avrupa'da yaptığı bisiklet turunun günlüğü ile karşılaşıyoruz. Yazar "Avrupa Turu Günlüğüm" adlı bu bölümde bisikletli yaşam hikâyeleri röportajlarını yapacağı kimselere ulaşmak için bisikleti bir ulaşım aracı olarak kullanıyor. Bisikletli yaşam hikâyeleri dinlemek için yapılan bu yolculuğun tur bisikletiyle yapılmış olması da oldukça anlamlı. Yazar burada bisiklet dışında bir ulaşım aracı kullanmadan da belgesel çekilebileceğini, röportaj yapılabileceğini uygulamalı olarak kanıtlıyor. "Bisikletli Yaşam Hikâyeleri" adlı ikinci bölümde ise yazarın bu bisiklet yolculuğu sırasında yaptığı röportajları okuyoruz. Röportajların tamamının belli bir plan ve program dâhilinde yapıldığını, röportajlarda sorulması gerekenler konusundaa ciddi biçimde çalışıldığını ve ön hazırlık yapıldığını görüyoruz.

Kitabın "Avrupa Turu Günlüğüm" adlı bölümünde çok ilginç tur öyküleri sizi bekliyor. Avrupa'da uzun tur yapmayı planlayan, ama başına neler gelebileceğini de önceden görmek isteyen bisikletçiler mutlaka bu bölümü dikkatle okumalı. Avrupa'dan bisiklet turculuğu yaparken nelere dikkat etmeniz gerektiğini anlatıyor, küçük taktikler veriyor. Yazar turu sırasında gerçekten çok kaliteli insanlarla karşılaşıyor, tur sırasında biriktirdiği tek şey röportajlar değil. Aynı zamanda inanılmaz düzeyde kaliteli insanlarla geçirilmiş bir zaman dilimini de heybesine yüklüyor ki bunları yaşayabilmek için milyon euro verseniz satın alamazsınız. Bisiklet turculuğuna yeni başlayacak arkadaşlarımız için yaşamsal değerde bir pratik sunuyor bize. Bisikletle yapılan bir uzun turun sadece bir bisiklet turu olmadığını, her açıdan ve her bağlamda kaliteli bir yaşam deneyimi olduğunu ortaya koyuyor.

Kitabın "Bisikletli Yaşam Hikâyeleri" adlı ikinci bölümünde yazarın Avrupa turu sırasında yaptığı röportajların yazılı hâlini okuyoruz. Bu röportajların bir kısmının video kaydını YouTube üzerinden izlemiştik. Öğretmen, bisiklet aktivisti, bisikletli tur organizatörü, grafiker- tasarımcı, çocuklarını bisikletle okula götürüp getiren anne-baba, bisikletli turist rehberi, bisiklet kiralama şirketi yöneticisi, bisiklet mağazası sahibi, bisikletli kurye, öğrenci, öğretmen, akademisyen, eğitim danışmanı, bisiklet elçiliği,çevre ve ulaşım direktörü, belediye şehir plancısı, bisikletli blog yazarı, fotoğrafçı, mühendis, müzisyen, bisikletli devrimciler gibi farklı iş kollarında çalışan, hizmet sağlayan, eylem geliştiren insanlarla sohbet etmiş yazar. Her biri başka bir bakış açısından bisikletli yaşamı yorumluyor. Her birinden farklı bir şey öğreniyoruz. Say say bitiremiyoruz. Bizimkiler gibi körler sağırlar birbirini ağırlar misali sadece bisiklet sektörünün bileşenleriyle değil her sınıftan, her meslekten insanla röportaj yapıyor.

Eski bisikletli kurye Mortimer Steınke'nin röportajı mutlaka okunması gereken röportajlardan biri bence. Fixieci olduğumuz için kendisine kıyak geçmiyoruz. Röportajın niteliği de niceliği de ayrıntılı olarak irdelenmeye değer. Spoiler vermemek adına burada ayrıntılı yorum yapmayacağız. Fixed gear kültürü ve bisikletli kuryelik hakkında atıp tutmadan önce buradaki değerlendirmeler, tespitler mutlaka analiz edilmeli. Mortimer Steınke, röportajında bisikletli yaşam konusunda sosyolojik ve felsefi derinliği olan yorumlar getiriyor. Bir fixieciden beklenen hareketler bunlar, şaşırmıyoruz. Fixie değişik bir makinedir, üzerindeki canlı organizmayı hem zihinsel hem de fiziksel açıdan geliştirir, her daim ayık bir bilinç düzeyine çıkarır. Avrupa'da da böyle olduğunu görmek bizi ziyadesiyle mutlu ediyor. Kitabın bu bölümünü Türkiyeli fixiecilere şiddetle tavsiye ediyorum.

Bazı röportajlardan öğrendiğimiz kadarıyla bisikletli yaşam konusunda Avrupa'da yaşayan Türklerin ülkemizde yaşayan Türklerden pek de farklı olmadıklarını görüyoruz. Ülkemizde bisikletli yaşama zerre kadar prim vermeyen vatandaşlarımızın Hollanda gibi bir bisiklet ülkesinde de otomobilden vazgeçmediğini okuyup kahroluyoruz. Demek ki ultra güvenli bisiklet yolları bile bizimkileri bisiklete binme konusunda pek ikna edici olamıyor. Ülkemizde "Bisiklet yolu yok ki bisiklete binelim." argümanının bir kez daha çöp olduğunu kanıtlıyor. Hollanda'da güvenli bisiklet yolu var da ne oluyor? Hollanda'da yaşayan Türklerin büyük çoğunluğu yine otomobilden vazgeçmiyor. Pek azı bisikletli ulaşımı tercih ediyor. Otomobil, Türkiye'de Türk erkeğinin ikinci cinsel organıdır; Hollanda'da da durum değişmiyor. Coğrafya kaderdir tezi bu bağlamda pek işlemiyor. Coğrafya değişse de kader değişmiyor.

Ülkemizde bisiklet yollarına karşı muhalefet eden, şehir merkezindeki caddelere bisiklet yolu yapılmaması yönünde politik baskı araçları kullanan en büyük güç esnaflar! Bunun sadece bizim ülkemize has bir gerilik olduğunu düşünüp kahrolurken bu kitabı okuduktan sonra kazın ayağının öyle olmadığını görüyoruz. Dünyanın en gözde bisiklet şehirlerinden birinin (Amsterdam) bisiklet elçiliğini yapan Marjoleın De Lange'in da esnaf muhalefetinden yakındığını ve buna karşı taktikler geliştirdiğini görmek içimizi refahlatıyor. Demek ki bisiklet yollarına karşı esnaf muhalefeti ulusal bir gerilik değil aksine dünya çapında sınıfsal bir karşı duruş biçimi, bir sınıfsal çelişki. Yaşanan zorlukların nasıl aşıldığını öğrenmek için kitabı okumanız gerekecek. Bisikletli ulaşım konusunda Hollanda pratiğinin tarihsel temellerini öğrenmek için de De Lange'in röportajı okunmalı. Bizim her zaman savunduğumuz bisikletli yaşamın inşa edilebilmesi için nesnel koşulların uygun olması gerektiği tezinin Hollanda pratiğinde kanıtlandığını görmek bizim açımızdan güzel. Ülkemizdeki kerameti kendinden menkul birtakım ütopik bisiklet aktivisti için üzücü olacak tabii. 

Kitapta Avrupa'daki bisiklet turizmi ile ilgili pek çok ayrıntı anlatılıyor. Bu açıdan "Bas Pedala Avrupa" Türkiye'de bisiklet turizmi ile ilgilenen her şirket yöneticisinin elinin altında bulunması gereken bir kaynak kitap özelliği taşıyor. Kitapta Avrupa'da turizm sektöründe çeşitli kademelerde çalışan pek çok bisikletli tur organizatörünün bisiklet turizmi pratiği hakkında bilgiler veriliyor. Bu bölümleri okuduktan sonra bizde şöyle bir kanaat yerleşiyor: Bisiklet turizmi konusunda daha çok yolumuz var bizim. Avrupa'ya nazaran başlangıç aşamasında bile değiliz. Çok merak ediyorum: Bisiklet alanında turizm hizmeti sunan kaç firma bu kitaptaki verileri yönetim kurulunda tartışıp, değerlendirip, raporladı? Her yıl milyonlarca euroluk bir kazancı kendi ayağımızla nasıl teptiğimizi gördükçe sinirden duvarları yumruklamamak elde değil. Kitaptaki bisikletli tur rehberlerinin söylediklerini okudukça saç baş yoluyoruz. Her sene turizmden 30 milyar dolar kazanan bir ülke (Türkiye) bisiklet turizminden 1 milyar dolar bile kazanamıyor!!!

Kitapta bisikletli yaşam, bisikletli ulaşım konusunda bir rock starı olarak tanıtılan Mikael Colville Andersen ile karşılaşmış olmamıza şaşırmıyoruz. Zira Avrupa'ya gidip bisikletli yaşam hikâyeleri temasında bir röportaj projesi yapacaksanız bu adam ile konuşmak zorundasınız, konuşmamışsanız proje çöp zaten! Andersen, bisiklet şehirciliği konusuda bir Marx olamasa da bu işin Bakunin'idir diyebiliriz. İşe sadece pratik açıdan bakan biri değil, o konuda zaten otorite niteliğinde bir tasarımcı, Andersen aynı zamanda bisikletli yaşamın teorik anlamda felsefî derinliğine de çalışıyor. 50 yıl sonra bisikletli yaşam felsefesi hakkında söyledikleriyle felsefe ders kitaplarında adı mutlaka geçecektir. Tabii ki bizim ülkemizdeki felsefe kitaplarında değil. Geçelim. Mikael Colville Andersen'in Bisiklet Şehirciliğine Kışa Bir Giriş adlı kitabını okursanız kendisinin bisikletli yaşam konusundaki tezlerini ayrıntılı olarak öğrenebilirsiniz. Bas Pedala Avrupa kitabındaki röportajında daha genel konulara şöyle bir değiniyor Andersen. Kendi kitabında ise zülfü yâre dokunacak biçimde derinlere dalıyor, hatta direk çivili sopa ile saldırıyor şehirlerimizi yaşanmaz hâle getirenlere...

Türkiye'de bisikletli yaşam konusunda aktivistlik yapan arkadaşlarının büyük çoğunluğunun böyle bir kitaptan haberinin olduğunu sanmıyorum. Zira abuk sabuk her konuda YouTube'dan canlı yayın yapan arkadaşların bir tanesi bile bu kitap hakkında herhangi bir yayın yapmadı. "Eee peki hacı sen niye yapmadın?" mı dediniz? Ben yazarım, youtuber değilim. Olmaya da pek niyetim yok. Bu kitap çıkalı bir yılı geçti. Yayınevini arayıp sorduk, ikinci baskıya girecek kadar satılmamış. Üç ihtimal var, birincisi böyle bir kitabın var olduğundan haberleri yok, ikincisi kitabın yazarından pek hazzetmiyorlar, üçüncüsü bu kitapta anlatılan bisikletli yaşam pratiklerini anlayıp kavrayıp eleştirel gözle değerlendirecek entellektüel kapasite ve kaliteden yoksunlar. Ben üçüncüsünün kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyorum. Aksini iddia eden varsa somut veri koyacak ortaya. Zira biz somut verileri ortaya koyarak durumun böyle olduğunu aşağıdaki paragrafta kanıtlayacağız.

Kitabın yayınevinden aldığımız bilgilere göre bu kitap 1000 adet basılmış, biz yayına girdiğimizde 250'ye yakın bir satış yaptığını öğrendik. İnternet satış mecralarını da incelediğimizde yayınevinden aldığımız bilgileri doğrulayıcı sonuçlarla karşılaşıyoruz. "Eeee, nedir yani? Bir kitabın değerini satış miktarı ile mi değerlendireceksin?" dediğinizi duyar gibiyim. Kitabın değerini değil kitabın okur kitlesinin okurluk düzeyini değerlendirmek için bu bilgiyi sizinle paylaşıyorum. Türkiye'de bisikletli yaşam konusunda bu kalitede yayın bulmak çok zor; ama bu kalitede bir yayını okuyup değerlendirecek bisikletli bir okur kitlesini bulmak da çok zor. Bir yıldır bütün klasik ve sosyal medya araçlarında kitabın tanıtımı yapılıyor. Sonuç: 250 kitap satılmış! Gerçekçi olalım; bisikletliler, bisiklet sürdükleri kadar bisikletle ilgili kitapları okumuyorlar. Sponsorluk ve reklam gelirleri olmasa Türkiye'nin tek bisiklet dergisi bile (Cyclist Türkiye) ayakta duramayacak. Neden? Okur desteği yok çünkü... Bisikletlilerin 15 bin kişilik Facebook grupları var; ama kuru kalabalıktan ibaret, bisikletle ilgili kitapları okumuyorlar. Son beş yıl içinde basılan bisikletle ilgili kitaplardan ikinci baskıyı görebilen var mı? Bilen el kaldırsın çocuğum!!!

Sosyal medya gruplarında Hollanda'da bisikletli yaşam şöyle, Almanya'da böyle, İsveç'te öyle diye atıp tutan arkadaşları piste alalım. Bisikletle ilgili kitapları okumadan, bisikletle ilgili kitapları okutmadan bisikletli yaşam konusunda nasıl bir Hollanda, Almanya, İsveç olacağımızı bize anlatıversinler gaari! Zira biz kendi çabamızla anlayamıyoruz.

31 Ocak 2022 Pazartesi

BİR FOTOĞRAFIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ 3!


60'lı yılların sonu ile 70'li yılların neredeyse tamamının Türk Bisiklet Sporu'nun altın çağı olduğunu düşünüyorum. Her türlü imkân olmasına rağmen günümüzün Türkiye'sinde hâlâ bisiklet sporunu istenilen düzeye çıkaramadığımızı görüyoruz. 83 milyon nüfuslu bir ülkede hepi topu iki adet continental seviyede takımımız var. World tour seviyesinde bir tane takımımız yok, onu geçtik bu seviyede bir takımda yarış koşabilen bisikletçimiz yok, antrenörümüz yok, mekanisyenimiz yok. Yok oğlu yok. Geçelim... Ama hökümat LPG'ye zam yaptı diye kendi başkentini cayır cayır yakan bir halka sahip 20 milyon küsür nüfuslu Kazakistan'ın world tour seviyesinde bisiklet takımı var, sayısız continental takımı var. İstanbul kadar nüfusu olan bir ülkeden world tour takımı çıkıyor, 83 milyon nüfuslu Türkiye'den çıkmıyor. 70'li yıllarda Kazaklar henüz ata binerken bizimkiler bisiklet sporunda Sovyet bisikletçilerle kafa kafaya yarışıyorlardı. Bu bahis uzar gider, bizi de kahreder, o yüzden bunu da geçelim...

Gelelim Bir Fotoğrafın Düşündürdükleri serisinin 3.sünde konu edineceğimiz fotoğrafa. Fotoğrafa dikkatli bakmazsanız 70'li yıllarda çekilmiş, bisiklet sporuyla ilgili alelade bir fotoğraf deyip geçebilirsiniz. Ancak dikkatli baktığınızda görmeyi bilen gözler için çok derin anlamlar saklı bu fotoğrafta. Disiplinlerarası okumalar yapmayı seven okurlarımıza burada John Berger'in Görme Biçimleri adlı kitabını şiddetle öneriyoruz. Sıradan bir hayvansal eylem olarak görmenin insan bağlamında çok farklı bir anlamı var. Hepimiz bir şekilde bakıyoruz; fakat çok azımız hakikati görebiliyoruz. Fotoğrafa geri dönelim. Bu fotoğrafın Kasım Asma'nın Facebook sayfasından aldık. Fotoğraf hakkındaki bilgilerin bir kısmını kendisinden aldık. Gerisini küçük bir araştırma süreciyle internetten derledik.

Yıl 1978! Yer Balıkesir Velodromu! (O vakitler Balıkesir'de velodrom var. Şimdi yok!) Fotoğraf Türkiye Pist Bisikleti Şampiyonası sırasında çekilmiş. Takım takip yarışında birinci olan İstanbul takımı birincilik kupaları ile birlikte fotoğraf çekilmişler. Takım üyeleri soldan sağa Bülent Yüksekol, Refik Diri, Kasım Asma, Tuncay Kürkçü, Cengiz Özdoğan(takım antrenörü). Bu yarışta Konya takımı ikinci olmuş, Bolu takımı da üçüncü olmuş. İstanbul'da pist bisiklet yarışı koşacak takımın olması gayet olağan, sonuçta o vakit de İstanbul Türkiye'nin en büyük şehri, Konya'yı zaten cümle âlem biliyor, Anadolu'da bisiklet sporunun lokomotifi... O zaman öyleymiş, şimdi de öyle. Çoğunuzun şaşıracağı nokta ise o dönemde Bolu'da bir bisiklet takımının olması. Biz şaşırmıyoruz, zira Bolu'daki bisiklet takımının hikâyesini biliyoruz. Türk Bisiklet Sporu sayfasında dönemin bisiklet sporunun tarihi ile ilgili paylaşımlarda bulunan İbrahim Pekcan abimizin Kasım Asma'nın Hikâyesi adlı seri yazılarından okuyup öğrendik. O yazılardan Ünal Tolun ve Saip Garipoğlu'nun çabalarıyla Bolu ilinde bisiklet sporunun nasıl sıfırdan başlatıldığını öğreniyoruz. Ne maceralar, ne maceralar... İlgili sayfadan okuyup öğreniniz.

Arka plandaki pist bisikletlerini sayabilen var mı?Matematiği güçlü olan el kaldırsın çocuğum! Biz saymaya çalıştık şöyle bir. İki elin parmak sayısına çok az kaldı. Matematiği güçlü olan biri sayarsa daha fazlası çıkabilir. Gırgırı bırakıp bisikletlerin gerçek hikâyesine gelelim. Yol bisikleti ile pist bisikleti bir babanın iki çocuğu sayılır, pist bisikletçiliğiniz gelişmemiş ise yol bisikletçiliğinizden fazla verim alamazsınız. Bunu çok iyi bilen Türk bisiklet efsanesi Ali Hüryılmaz pist bisikleti yarışlarında pist bisikleti kullanılması gerektiğinin gayet farkında. Zira pist bisikleti ile yol bisikleti birbirinden çok farklı şeyler. Sonuçta ikisi de bisiklet, ikisini de aynı bisikletçi sürüyor; ama teknikler, kurallar, donanımlar çok farklı. Feyzi Açıkalın'ın Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu Tarihi adlı kitabından öğrendiğimize göre o yıllarda pist yarışlarında yol bisikleti kullanımı yaygınmış. Niçin? Pist bisikleti olmadığı için tabii ki... Olmayınca kullanamıyorsunuz doğal olarak! Ali Hüryılmaz, o sene İtalya'dan 12 pist, 12 adet yol olmak üzere 24 bisiklet getirtmiş. O dönemde İtalya bisiklet endüstrisinin merkez üssü. Colnago'nun, Campagnolo'nun Avrupa'yı kasıp kavurduğu yıllar. 

1978 yılında Türkiye'ye yurt dışından 24 adet bisiklet getirtmek büyük başarı. "Abartıyorsun hocaaa! Altı üstü 24 tane bisiklet, bir kamyonete atsan sığar, nedir yani?" diyen arkadaşları dönemin ekonomi politikalarını, kambiyo rejimini ve dönemin gümrük mevzuatını araştırmaya davet ediyorum. 70'li yıllarda rahmetli Süleyman Demirel'in tabiriyle "50 cente muhtaç" hâlde olduğumuz için yurt dışına döviz çıkarıp oradan mal satın alıp ülkeye sokmaya çalışmak büyük suç. Döviz kaçakçısı muamelesi görüyorsunuz. Buna rağmen bireysel çabalarla yurt dışından pist bisikleti getirmeyi başarmışlar. Helâl olsun demekten başka söylenecek söz bulamıyoruz. Bisiklet sporunu yokluğun içinde nereden nereye getirmişler? Antrenmanlarda dört defa yamalanmış iç lastikleri kullanıyorlar, o vakitler paran olsa bile piyasada iç lastik bulmak ciddi mesele. Yok öyle şimdiki gibi gak deyince sponsordan bisiklet, guk deyince sponsordan karbon jant seti falan... Şimdi 83 milyon nüfuslu Türkiye'de bu kadar pist bisikleti bulabilir misiniz acaba? Günümüz Türkiye'sinde Six Day Race yahut olimpiyat koşabilecek donanımda 12 adet pist bisikleti bulabilir miyiz? Hiç sanmıyorum.

2022 Türkiye'sinde hâlâ bir velodromumuz yok. Ama yapılıyor. İnşaat hâlinde... Nasipse mart ayında Konya'da ilk olimpik standartlara sahip velodromumuza kavuşacağız. Bu projede emeği geçen herkesten Allah razı olsun. Tekerlerine deve dikeni batmasın! Karbon kadroları çatlamasın! Amin! Konya Velodromu elbet bir gün açılacak. Elbet bir gün Konya Velodromu'nda pist bisikleti yarışları da yapılacak. Orada olacağız ve kaç pist bisikletimiz, kaç pist bisikletçimiz olduğunu kendi gözlerimizle görüp kendi "ellerimizle" sayacağız. Zira el ile sayabilecek kadar olacak anca!!!1978 Türkiye'sinde ne kadar pist bisikleti olduğunu gördünüz, 2022 Türkiye'sinde kaç tane olacak? Bekleyip göreceğiz. Sayı bundan az olacak demiyoruz; az olsun, bu sayede birilerini gömelim, içimiz rahatlasın da demiyoruz. Bu yazıyı kaleme almamızdaki amaç neydi? Niçin yazdık? İstiyoruz ki Konya Velodromu açıldığı vakit yüzlerce pist bisikleti ile orada hazır olabilelim. Bizim bisikletçilerimiz olimpik standartlarda inşa edilen bu velodromda olimpik standartlardaki pist bisikletleri ile antrenman yapıp yarış koşabilsin. Yumurta kapıya dayanmadan tedbirimizi alalım, teçhizatımızı hazır edelim.

Bildiğimiz kadarıyla yerli bisiklet firmalarımızdan hiçbirinin ürün gamında pist bisikleti yok. Sosyal medya üzerinden kendilerine sorduk, 2022'de pist bisikleti üretecek misiniz, dedik. Yazı yayınlandığı tarihe kadar bir yanıt alamadık. Konya Velodromu açıldığında orada kaç pist bisikleti olacak bilmiyoruz; ama orada olan pist bisikletlerinin hiçbirinin Türk fabrikalarında Türk işçileri tarafından üretilmeyeceğini biliyoruz. Mademki bir velodromumuz olacak, orada nasıl kendi bisikletçimiz ile var olacaksak yine kendi bisikletimiz ile de var olabilmeliyiz. Elin bisikletiyle velodroma girilmez! Kendi bisikletlerimiz olmalı, bizim sporcularımız ve teknisyenlerimiz tarafından velodromda test edilmeli ve uygulamadan alınan sonuçlardan hareketle daha da geliştirilmeli. 1978'de İtalya'dan bisiklet getiriyormuşuz, 2022'de kendi bisikletimize binelim.

Ne diyor Mehmet Âkif "Geçmişten adam hisse kaparmış.. Ne masal şey!/ Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ 'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;/ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?..." Türk bisiklet sporunun tarihi yokluğun, yoksulluğun ve yoksunluğun tarihidir. Geçmişte böyleydi, gelecekte böyle olmasın. Konya Velodromu'nu kendi mühendislerimiz, kendi ustalarımız inşa ettiler. O velodromda kendi bisikletimizle var olalım! Türk pist bisikletçiliği geleneğine bir Türk pist bisikleti damgasını vuralım!