18 Aralık 2024 Çarşamba

BİSİKLET AKTİVİZMİ VE KENTLİ GENÇ KİTLELERİN KENT İÇİ ULAŞIM TERCİHLERİ ÜZERİNE BAŞIBOZUK DÜŞÜNCELER: YEL DEĞİRMENLERİNE KARŞI...

Son yıllarda YouTube üzerinden en çok dinlenen şarkılar arasında yer alan iki rap şarkısına bakarsanız o şarkı sözlerinde Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın temel ritüellerini açık bir şekilde görebilirsiniz. “En güzel aşklar arabada başlar.”, “ Arabanın kusuruna bakmayın kızlar.”, “En güzel arabalar bizde var / En sarışınlar bizde var.” “Aksın sokaklara Mercedes Benz’ler.” “Koltuklar full arabada gaz pedal. “ Liste böylece uzar gider. Bu ve buna benzer ideolojik aygıtlar aracılığıyla kitlelerin bilincinde otomobil, kadına erişimin temel simgesi hâline getirilmiştir. Bu şarkıları papağan gibi tekrarlayan genç kitlelerin bilincinde otomobil ve kadın birbiri ile doğrudan ilişkili iki arzu nesnesi olarak öne çıkarılmaktadır. En güzel arabaya sahip olan genç erkek, en güzel kadınlara erişim sağlar. Böylece uygun dişilerle çiftleşme olanaklarına erişebilmesi sayesinde DNA’sını kopyalayabilir ve evrimsel olarak soyunu devam ettirme şansı daha yüksek olur. Bu şarkı sözlerinin bilinçaltı mesajlarının kodlarında bunlar yüklü. 

Meseleyi abarttığımı düşünenler olacaktır. Abartmıyorum. Etrafımdaki tam zamanlı bisikletçilere şöyle bir bakıyorum. Hepsi yalnız yaşıyor; bir başına, yalnız, yapayalnız… Kadın ya da erkek fark etmiyor. Günlük hayatta bütün işlerini bisikletle gören, asla bir otomobil sahibi olmayan, otomobil almayı da düşünmeyen tam zamanlı bisikletçilerin tamamı yapayalnız bir yaşam sürüyorlar. Evli değiller, düzenli bir ilişkileri de yok. Çünkü otomobili olmayan bir kadını ya da erkeği kimse tercih etmiyor. Kadınlar bu konuda erkeklere göre biraz daha şanslı sadece. O kadar… Ama uzun süredir çalışmasına rağmen hâlâ bir otomobil satın almayı başaramamış bir kadın, erkeğe göre daha dezavantajlı duruma düşüyor. Bunca yıldır çalışmasına rağmen nasıl bir otomobil bile satın alamamış acaba algısı oluşuyor erkeklerde ve erkekler bu durumu o kadındaki birtakım niteliklerin eksikliğine bağlıyorlar. Kimse müsrif bir kadınla evlenmek istemez. Evlenmiyorlar da zaten. Gerçek hayatın acımasız sosyolojik gerçekliği böyle. Deve kuşu gibi kafayı kuma gömmenin âlemi yok! 

Son yıllarda bozulan ekonomik veriler yüzünden gençlerin en fazla yakındığı durum sıfır arabaların artık satın alınabilir olmaktan çıkması olmuştur. Araba fiyatları gençlerin belli bir süre çalışarak satın alabileceği boyutları geçince hem sosyal medyada hem de gerçek hayatta gençlerin serzenişlerinde ciddi bir artış görüldü. Bugün sıfır otomobil fiyatları gençlerin satın alabileceği düzeylere düşşün yarın bu genç kitlelerin ekonomik kriz algısında radikal değişiklikler olur. Aynı denklemi I-phone üzerinden de kurabilirsiniz. Otomobil bir arzu nesnesi hâline getirildi, yahut arzu vaat eden diğer şeylere (saygınlık, kadınlar, arkadaşlar, ortamlar) ulaşmanın aracı olarak genç kitlelerin bilincine yerleştirildi. Ekmek olmadan yaşamayı hayal edebilen ama otomobil olmadan kent içi ulaşımı hayal dahi edemeyen bir genç kitle türetildi. Artık 18 yaşın altındaki genç bireylerde I-phone sahibi olmak saygınlık göstergesi olarak kabul edilirken 18 yaş ve üzerindekiler için bir otomobil sahibi olmak bir toplumsal saygınlık göstergesidir. 

Son yıllarda otomobil, bir erkeğin toplumsal statüsünü ortaya koyan temel bir gösterge hâline geldi. Erkekler; temelde otomobili olan erkekler ve otomobili olmayan erkekler olarak ikiye ayrıldı. Otomobili olan erkekler ise ucuz otomobili olan erkekler ve pahalı otomobili olan erkekler olarak ikiye ayrıldı. Rastgele bir sokak röportajında bile kadınların otomobili olan erkekler konusundaki olumlu düşüncelerini açıkça gözlemleyebilirsiniz. Tercih büyük çoğunlukla otomobili olan erkekten yana. Şehirli genç kadının arzuladığı erkek tipi, onu iş yerinin önünden lüks bir araba ile alıp bir yerlerde bir şeyler içtikten sonra yine o lüks otomobil ile evine bırakabilen bir erkektir. Onu toplu taşıma aracıyla işten almaya gelen erkek değil, ya da onu kan ter içinde bisikletle almaya gelen bir erkek hiç değil. Bu konuda en avantajlı grup, pahalı ve lüks otomobile binen erkekler. Böyle bir toplumsal ortamda gençleri bisikletli yaşama kazanabilmek mümkün müdür? Yel değirmenlerine karşı mücadele ediyoruz.

Son yıllarda kadın özgürleşmesi hareketinin (feminizm) kadınlara gösterdiği birincil hedefin bir araba ve ehliyet sahibi olarak erkek egemen zihniyete muhtaç olmadan serbestçe seyahat edebilme özgürlüğü olarak öne çıkarıldığını görürsünüz. Otomobil sahibi olmak, genç şehirli kadını büyükşehirlerin iğrenç toplu taşıma sistemlerinden uzaklaştıran bir olgu olarak da öne çıkmaktadır. Genç şehirli kadın, tez vakitte bir otomobil sahibi olmayı ve sıkış tepiş binilen, her türlü tacize son derece müsait olan toplu taşıma araçlarından kurtulmayı istiyor. Toplu taşıma araçlarını kullanmamak için motosiklet satın alan yüzlerce şehirli genç kadın tanıyorum. Motosiklet alıyorlar; çünkü araba satın almaya güçleri yetmiyor. Mâlum, genç ve niteliksiz kadın işçilere verilen ücretler ülkemizde oldukça düşük. Sonuç olarak günümüzde otomobil sahibi olmak kadın özgürlüğünün birincil göstergeleri arasında yerini almıştır. Artık kendi arabasını sürebilen kadın, şehirli çağdaş kadın olmanın birincil sosyolojik göstergesi olmuştur. Kendi ayakları üzerinde durabilen çağdaş şehirli kadın, kendi arabasını kendisi sürebilen, bunu başarabildiği için de erkeklere ihtiyaç duymayan güçlü kadındır. Güncel özgür kadın algısı maalesef böyle. 

Beni bilirsiniz. Kişisel gelişim kitapları okumam. Çok büyük bir yayın olayı hâline gelmediği sürece böyle kitapları okumak bana zaman kaybı gibi gelir. Ama bu kitapları okumayı çok seven bir arkadaşım bana yeni çıkmış bir kitaptan bir bölüm gönderdi. Konuyla ilgili olduğu için sizinle paylaşıyorum. "Mesela hem çocukluğunda hem de evliliğinde çok fazla olumsuz deneyim yaşamış bazı kadın danışanlarım ehliyet aldıklarında kendilerine güvenlerinin inanılmaz derecede arttığını, bu hayatta bir şeylere güçlerinin yetebileceğini ilk defa hissettiklerini söylediler." (Budak, 2024: 82). Ehliyet, Türk toplumunda eril bir iktidar simgesidir. Onu elde eden kadınlar da eril gücü ve iktidarı ellerinde tuttuklarını hissederler. Ehliyet sahibi olmadan da otomobil sahibi olabilirsiniz ama ehliyet, başka bir eril iktidar simgesi olan otomobili kullanmanızı sağlayan yasal araçtır. O olmadan yasal olarak otomobil ile trafiğe çıkamazsınız. Bu yüzden ehliyet sahibi olan kadın, bir şeylere gücünün yettiğini hissetmektedir. Ehliyet; onu güce ulaştıran ve onun değerli hissetmesini sağlayan bir arzu nesnesi ve bir güç kaynağıdır. 

Eskiden sadece erkeklerin arabalarıyla duygusal bir bağ kurduğunu duyardık. Artık kadınlar da arabalarıyla duygusal bir bağ kuruyor, yahut duygusal bir bağ kurduğunu söylüyor. Ev satın almak için arabasını satmak zorunda kalan kadınların hüngür hüngür ağladığını bizzat görmüşlüğüm vardır. Uzatmalı sevgilisinden ayrılırken bu kadar ağlamamıştı, bu derece yıkılmamıştı. Nedenini sorduğumda aldığım cevap beni hayretler içinde bırakmıştı: “Çocuğumdan ayrılıyor gibi hissettim.” Otomobil ile arasında kurduğu bağı, bir kadının bu dünyada sahip olabileceği en yüce duygu,  en yüksek gayr-ı resmî rütbe olan annelik üzerinden betimlemeye çalışan bir kadın! Alın size Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın sadık bir müridi daha!!! Biz eskiden sadece erkeklerin Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın müridi olabileceğini düşünürken hata yapmışız, geçen zaman içinde kadınlar her alanda olduğu gibi bu alanda da aradaki farkı hızla kapatıp öne geçmişler. Böyle bir ortamda gençleri bisikletli yaşama kazanmamız mümkün müdür? Bu da mı yel değirmenlerine karşı mücadele değil? 

Herhangi bir yerde işe başlayan genç bir bireyin -kadın ya da erkek fark etmez- belli bir miktarda birikim yaptıktan sonra ilk düşündüğü şey bir tur bisikleti alarak hafta sonu tatillerinde şehrin çeperlerinde uzun bisiklet turlarına çıkmak olmuyor artık. 70’li yılların hippileri bile -çok az bir kısmı olsa dahi- yıkık dökük arabalarla Hindistan turuna çıkıyordu. Farkında mısınız? İşe girip bir miktar birikim yapan gençlerin ilk satın alacakları şey bir otomobil oluyor, önce bir otomobil alıp onunla diyar diyar geziyorlar. Önce bir otomobil alıp gezmek istedikleri yerleri onunla geziyorlar, bisikletle değil, otomobille!!! Burayı uzun uzun tekrar ederek şiddetli bir biçimde vurgulamalıyız, çünkü burası çok önemli. Daha sonra bu arabayı satıp, geçen sürede biriktirdikleri parayı da üzerine ekleyerek 1+1 bir ev satın alıyorlar. Evin borcunu ödeyip bir miktar da para biriktirdikten sonra bir otomobil daha satın alıyorlar. Ekonomik döngü bu şekilde devam ediyor. Şehirli genç kitleler arasında yer alan istatistiksel olarak önemsiz sayılabilecek kadar küçük bir azınlık ise bisiklet satın alarak kent içi ulaşımını bu bisikletle yapmayı tercih ediyor. 

Şehirli genç kitlelerin işe gidiş geliş rutinleri de bisikletli ulaşımı destekleyecek bir mahiyette değil maalesef. Öyle değil ise kanıt gösterin, çünkü ben göremiyorum. Körüm belki de… Günlük hayatta da şehirli genç kitlelerin büyük bir çoğunluğu işe toplu taşıma araçları ya da kişisel motorlu araçları ile gidip geliyor. İşe yeni başlayan ve hiç birikimi olmayan bireyler toplu taşımayı kullanıyor. Biraz birikim yaptıktan sonra ya elektirikli bir scooter ya da 50 cc.lik bir benzinli motosiklet satın alıp onunla işe gidip geliyorlar. Biraz daha birikim yapınca motoru satıp biriktirdikleri paranın üzerine koyarak uygun fiyatlı bir otomobil alıyorlar. Zamanla birikimleri arttıkça arabanın modelini ve markasını da yükseltiyorlar. Önce düşük model ve ucuz bir İtalyan ya da Fransız otomobili ile başlıyorlar, daha sonra kademeli olarak Japon araçlarına geçiyorlar, en sonunda ise asıl ulaşmak istedikleri noktaya gelerek üç büyük Alman'dan birine geçiş yapıyorlar. Bisikleti ise bir kent içi ulaşım aracı olarak değil, hafta sonlarında spor yapmak için kullanılan rekreatif bir eğlence aracı olarak satın alıyorlar. Onlar bile otomobillerinin bagajına sığabilen bir katlanır bisikleti tercih ediyorlar. Yani bir bisiklet satın aldıkları zaman bile otomobil temel ölçüt olarak kullanılıyor. En ideal bisiklet otomobilin bagajına sığabilen bisiklettir!

Nasıl bir sosyolojik gerçeklikle mücadele ettiğimizi anlayabilmek için somut bir yaşantı örneği paylaşalım: 1.5 motorlu C segmenti Suv'una binerek AVM’de bulunan bir spor salonları zincirinin şubesine 20 km otomobil sürerek giden şehirli genç kadın ya da erkek burada bir buçuk iki saat antrenman yaptıktan sonra evine yine otomobil ile dönüyor, gidiş dönüş toplamda 40 km otomobil sürüyor. Üstelik spor salonuna da en düşük emekli maaşı kadar bir yıllık abonelik ücreti ödüyor. Ertesi gün de evine 10 km mesafedeki iş yerine aynı otomobili kullanarak gidiyor. Bu saçma sapan yaşam döngüsündeki akıl dışı ve verimsiz süreçleri görmüyor, yahut görse de görmezden geliyor. Bisiklet aktivistliği yapanların bir kısmı dahi kış aylarında spor yapabilmek için bu döngünün içine giriyorlar. Nereden mi biliyoruz? Şükürler olsun ki sosyal medya diye bir şey var ve insanlar her şeylerini orada paylaşmaya bayılıyorlar. İnstagram hikâyeleri çok derin sosyolojik analizler yapmamıza yarayacak oranda nitel veri sunuyor bizlere. Şimdi bu bireyleri nasıl otomobilden indirip bisiklete bindirmeyi düşünüyorsunuz? Spor yapmak için dahi otomobille 40 km giden birini işe bisikletle gitmeye nasıl ikna edeceksiniz? Kentli bireylerin kent içi ulaşımda işe gidiş geliş rutinlerini nasıl değiştireceksiniz?

Çalışan kitlelerin işe gidiş dönüş rutinlerindeki tercihleri sosyolojik olarak böyle gözlemleniyor. Ama bisiklet aktivistleri bu sosyolojik gerçekliği bir türlü görmüyor, görse de anlamıyor, nesnel gerçekliğin toptan reddi üzerine kurulmuş, gerçek hayatın somut verilerinden uzak, akıl ve bilim dışı önyargılarla sakatlanmış, masa başında klavye üzerinde geliştirilmiş kuramsal çalışmalar yürütüyorlar. Gerçek hayatta hiçkimse “arabadan inip bisiklete binmiyor”, tam tersine bir an önce arabaya binmek için can atıyor, o arabaya binmek için deli gibi para biriktiriyor, yetmezse çılgın düzeyde yüksek faizlerden kredi çekerek dört yıl boyunca bankaya köle gibi borç ödüyor. “Arabadan in, bisiklete bin!” sloganının ayakları yere basmıyor. Bu sloganı atan bisiklet aktivistleri bile günlük hayatta otomobil kullanıyor. Koskoca ülkede hiç otomobili olmayan, günlük hayattaki bütün işlerini bisiklet ile gören, ömründe hiç otomobil almamış bisiklet aktivisti sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. 

Bu sosyal kabuller değişmeden insanları bisikletli ulaşıma ikna etmeniz mümkün olmayacaktır. Siz ne yaparsınız yapın, ne söylerseniz söyleyin fark etmez; kent içi ulaşımda büyük kitlelerin tercihi otomobilden yana olacaktır. Yel değirmenlerine karşı mücadele eden Don Kişot durumuna düşmeyin. Rüzgâr bisikletli ulaşımın arkasından değil karşısından esiyor, ne ekonomik olarak ne de toplumsal olarak bisikletli ulaşımı destekleyici olumlu bir ortam yok. Hiçkimse ekonomik olarak iyice dibi görmeden otomobilini bırakıp bisiklete binmiyor. Ekonomik olarak iyice dibi görse bile bisikleti tercih etmeyen, gerekirse Tofaş'a bile binebilen büyük bir kitle var. Bu durum hiçbir şey yapmamamız gerektiği anlamına gelmez. Gerçekçi mücadele yöntemi nedir? Günümüzdeki kentlerin fiziki yapıları ve kenti içi trafiği göz önünde bulundurulduğunda hiçbir eğitimi ve deneyimi olmayan kitlelere kent içi ulaşımda “arabadan in, bisiklete bin” demek onları göz göre göre ölüme göndermekle eşdeğerdir. Daha gerçekçi daha ulaşılabilir hedeflerle yolumuza devam etmeliyiz. Türkiye'de Hollanda benzeri bir bisikletli yaşamı bizim ve bizden sonraki kuşağın göremeyeceğini artık anlamış olmalıyız. Bundan sonra hangi teoriye göre hangi eylemi geliştirmemiz gerektiğini bu sosyolojik yapıyı inkâr etmeden gerçekçi bir biçimde belirlemeliyiz.

Kaynakça

Budak, B. (2024). Hayat acemileri için yaşam rehberi. Kronik Kitap. İstanbul. 

12 Haziran 2024 Çarşamba

GRAN FONDO BİR BİSİKLET YARIŞI DEĞİLDİR!!!

Gran fondo bir "bisiklet yarışı" değildir. Gran fondo "bisiklet sporu" değildir. Gran fondo bir bisiklet turizmi etkinliğidir, gran fondo rekreasyon amaçlı bir bisiklet etkinliğidir, gran fondo bir bisiklet endüstrisi aracıdır; bu yargıların hepsine evet derim ve bu yargılara hiçbir şekilde itiraz etmem. Hatta bu ön kabulden hareketle bir bisiklet turizmi etkinliği olarak daha fazla fondo yapılmasını da desteklerim; ama bunların bisiklet sporu ya da bisiklet yarışı olarak pazarlanmasına tahammül edemem, bu düpedüz sahtekarlıktır. Ülkemizde düzenlendiği biçimiyle gran fondo “burjuva çocuklarının hafta sonu bisiklet eğlencesi”dir. 

Şöyle düşünelim. Beş yaşındaki çocuk da koşuyor ama onun yaptığı faaliyet atletizm sporu olarak kabul edilmiyor. Gran fondocular da bisiklet sürüyor; ama yaptıkları şey bisiklet sporu ya da yarışı değil. Bir turizm faaliyeti olabilir, bisiklet etkinliği olabilir, ama yarış değil ama bisiklet sporu değil. Rekreasyon etkinliği derseniz ona da tamam derim. Ama yarış ya da spor başlığı altında bunların ele alınmasını asla kabul edemem. Peki benim bu yargım ne zaman değişir? Gran fondo etkinlikleri ile bisiklete başlayan bir çocuk, profesyonel bisiklet sporuna geçiş yapıp Ahmet Örken gibi bir bisikletçi olabilirse fondolar hakkındaki bütün düşüncelerim değişir. Hayatta sınamamış fikir çöptür, fikri şekillendiren hayatın nesnel gerçekliğidir. Nesnel gerçeklik değişirse fikir de değişir.

Bisiklet camiasındaki bazı arkadaşlar gran fondoları futboldaki alt liglere benzetiyorlar. Peki, gran fondolar futboldaki alt liglere benzetilebilir mi? Hayır, bu öyle bir şey de değil. Bisiklet sporunda alt lig denen olgu günümüzde hiç yok. 60'lı 70'li yıllarda yapılan bölgesel yarışlar vs alt lig olarak kabul edilebilirdi. Sözgelimi Tornacı Hüsamettin'in oğlu Hıdır'ın komşusundan emanet aldığı bin liralık çelik bisikleti ile ücret ödemeden katılıp da yarışabildiği bir yarış değil bunlar. (70’li yıllarda bisiklet sporuna böyle başlayan bir demircinin oğlu Balkan Şampiyonu oldu. Bkz Erol Küçükbakırcı) O zamanlar alt lig benzeri bir oluşum Türkiye'de vardı ve bu oluşumlar bisiklet sporunda başarıyı getirdi. Bugün yok, ayrıca bisiklet federasyonu da bunu becerebilecek seviyede adamlar tarafından yönetilmiyor zaten. Geçelim.

İlk olarak şunu söylemeliyim ki Hollanda'da Belçika'da 5 bin kişinin katıldığı fondolar gördüm, duydum, biliyorum. Yazıyla da yazsan rakamla da yazsan beş bin (5000) çok büyük bir sayı. Adamlar ülkelerindeki bisiklet kültürünü öyle bir seviyeye taşımış ki bir gran fondoya beş bin kişi taşıyabiliyorlar. Biz ise gran fondonun ülkemizde olmayan bisiklet kültürünü geliştirmesini bekliyoruz. Adamlar öküzü arabanın önüne koşuyorlar, bizim yaptığımız gibi arabayı öküzün önüne koşmuyorlar. Yapılması gereken önce bisiklet toplulukları, okul eğitimleri, sonuç alıcı sosyal sorumluluk projeleri ile bisiklet kültürünü geliştirmektir, daha sonra gelişen bu bisiklet kültürünün üzerine de bir üst yapı kurumu olarak gran fondoyu yerleştirmektir. Benim yukarıdaki yargılarım Türkiye'deki gran fondolar ile ilgilidir. Buradakiler yarış da değil spor da değil. Ne olduğu da belli değil. Herkes kendi kafasına göre bir yorum yapıyor.

İkinci nokta ise şudur: Biz bu ülkede her şeyi Avrupa'daki örneklerine birebir benzer yapmak zorunda değiliz. Bizim ülkemizin koşulları çok farklı. O hâlde kurallar da bu koşullara göre yeniden tasarlanmalıdır. Sözgelimi Almanya'da muz yetişmiyor, orada muz yetiştirmek ne kadar mantıklı ise bizim ülkemizde de Avrupa fondolarına benzer organizasyonlar yapmak mantıksız. Bizim ihtiyaçlarımıza göre bunları tasarlamalıyız. Bizim ihtiyaç düzeyimiz, ruhuna el Fatiha okunacak seviyeye düşürülmüş bisiklet sporunu tekrar ayağa kaldırmak, öncelikle bir olimpiyat madalyası kazanmak, daha sonra ise üç büyük tura bisikletçi göndermek... Fondolar buna hizmet edecek biçimde tasarlanmalıdır. 

Yaklaşık olarak on yıldır Türkiye'de gran fondo yapılıyor, buralardan yetişen tek bir profesyonel bisikletçimiz yok. Evet, gran fondolar beyaz yakalı amatör bisikletçi sayısını arttırdı; ama bunlar da olimpiyat koşacak yaşı çoktan geçmiş kerli ferli, ensesi kalın tipler. Bugün pro olan bütün Türk bisikletçileri alt yapı takımlarından büyük fedakârlık ve zorluklarla yetişen gariban halk çocukları. Bir iç lastiği beş kere yamayıp antrenman yapa yapa bu seviyeye gelmişler. Fondoların bu çocukların üzerinde bir gram katkısı yok. Anadolu'daki dört beş fedakâr antrenör dışında kimse de bu çocukları sallamıyor. Fondocular büyük büyük bisikletçi, bu çocuklar ise sporun ötekileri... Fondo birincilerine binlerce liralık hediyeler verilirken bu çocuklara kupkuru bir teneke madalya veriliyor ki tanesini 30 liraya istediğiniz kırtasiyede yaptırabilirsiniz. Böyle bir çifte standart kabul edilebilir mi?

Ayrıca Avrupa'da yapılan gran fondolar ne kadar bisiklet yarışıdır? Avrupa'da yapıldığı biçimi ile gran fondoları bir bisiklet sporu türü olarak kabul edebilir miyiz? Bu konu dahi tartışmaya açıktır. Avrupa'da düzenlenen fondoları "bisiklet yarışı" yahut "bisiklet sporu" olarak değerlendirmek ya da değerlendirmemek benim haddim de hakkım da değil. Onu o ülkenin bisikletçileri değerlendirecek. Ben benim ülkemin koşulları ile fondo mantığını birleştirmek derdindeyim.

1. Bazı arkadaşlar diyor ki gran fondolar da olmasa ülkemizde bisiklet adına hiçbir şey yapılmayacak. Peki, gran fondolar da olmasa bisiklet adına yapılacak pek bir şeyin olmaması da acınılası bir durum değil midir? Kim düşürdü bu ülkede bu sporu bu seviyeye kadar? Bu çöküşün sorumlusu kim? Bu çöküşün nedeni ne? Bu sporun bu seviyeye düşürülmesini kabullenmeli miyiz?

2. Arkadaşlar diyor ki gran fondolara binlerce kişi katılıyor, bu kadar çok kişi katılıyorsa bunları bisiklet sporu olarak kabul etmeliyiz. Her sene Ayder Yaylası'nda geleneksel olarak düzenlenen tahta araba yarışlarına da binlerce kişi katılıyor, hatta Çeşme Gran Fondo’dan daha fazla katılımcı ve izleyici var o yarışlarda, o halde bu etkinliği de "spor" yahut "yarış" olarak kabul edebilir miyiz? Mesela Ayder Tahta Araba Rallisi adıyla Türkiye Otomobil Yarışları Federasyonu’nun yarış takvimine bunu yerleştirebilir miyiz? Böyle düşününce ne kadar komik geliyor değil mi? Ama benzer durum bisiklet sporunda gran fondolarda da var, ama ona kimse gülmüyor.

3. Bazı arkadaşlar da diyor ki Türkiye'de düzenlenen federasyon yarışları gran fondolardan daha kalitesizdir. Federasyon yarışlarının fondolardan daha kalitesiz olmasının sorumlusu kimdir, devlet destekli bir kurumun yaptığı etkinliğin alelade bir turizm şirketinin düzenlediği etkinlikten daha kalitesiz olmasının sorumlusu kimdir? 

Gran fondolara katılan bisikletçilerden bir katılım ücreti alınıyor, alınan ücretin de bir kısmı Türkiye Bisiklet Federasyonu'na aktarılıyor. Gran fondolardan elde edilen gelirin tamamı şeffaf bir şekilde ve liyakat esasına göre alt yapıdaki bisiklet takımlarına aktarılsın, bir daha federasyon aleyhinde cümle kurmam. Namus sözü veriyorum. Şart olsun. Ama bunu yapamayacaklarını da biliyorum; çünkü mecburiyetleri var. Onları o koltuklara getirenlere verdikleri maddi ve manevi sözler var. Yapamazlar. 

Antalya'da 10'dan fazla fondo düzenlendi bu güne kadar. Bugün Antalya gibi bir yerde alt yapıdan bisiklet sporcusu yetiştirmeye çalışan hocalar ne bulursak çocukları ona bindiriyoruz, elimizde antrenman yaptıracak doğru düzgün bisiklet bile yok diyorlar. Bisikletler farklı, ekipmanlar farklı, formalar farklı, kasklar farklı… Bugüne kadar saysak, Kapadokya Gran Fondo’dan başlasak mesela, 50’yi geçen sayıda gran fondo yapılmıştır bu ülkede. Bir gran fondodan elde edilen gelirle bir çocuğun bisiklet malzemesi masrafları çıksa idi bugün 50 çocuğu bir örnek tepeden tırnağa donatıp yarışa çıkarabilirdik. Yapıldı mı? Hayır! Yapılacak mı? İnanmıyorum. Herhangi bir Yıldız A ya da Yıldız B kategorisi yarış start listesini elinize alıp bakın, 50 çocuk var mı? Yahut o rakama 50 çocuk daha ekleyin. Gördünüz mü nasıl gelişiyor bisiklet sporu?

Bazı arkadaşlar diyor ki triatlon federasyonu da ücretli yarışlar düzenliyor, triatlon branşında da katılımcılardan yarış ücreti alınarak yarışlar yapılıyor, onların yaptıkları spor oluyor da gran fondolar neden olmasın? Öncelikle triatlon federasyonu çok farklı bir zeminde yer alıyor. Bizimki ile aynı kefeye konulması bile triatlon federasyonu camiasına büyük hakaret olur. Avrupa'da yarış koşup derece alan sporcuları var. Her organizasyonları karnaval gibi... İnsanlar o yarışlara yarışmak için değil eğlenmek için gidiyor. Mesela gran fondoda ölen bisikletçiler var, siz triatlon yarışlarında böyle bir olay yaşandığını gördünüz mü duydunuz mu? Başkanları zaten marka olmuş bir adam. Triatlonun Talat Tunçalp'i olacak. Efsane başkan diye anılacak. Paraları nereye harcarız değil nereden para kazanır da kazandığımız bu parayı triatlona yatırırız derdindeler... Mesela bizim Siverek'te bisiklet takımımız var, çok çalışkan ve inatçı bir hocaları var, aslan gibi çocuklar yetiştiriyor. Bu takım triatlon branşında olsa idi ne yapılır ne edilir bu takıma para bulunur, malzeme bulunur, bir yerlere gelmeleri sağlanırdı.

İkinci bir önerim de şudur: Bisiklet Federasyonu kendi yarışlarını özelleştirsin, kendi yarışlarını ihale usulü bisiklet turizmi şirketlerine pazarlarsın, bu yarışları da fondocular yapsın, ama profesyonel yarışçılar ile amatörler aynı parkurda yarışmasın. Mesela Türkcell Gran Fondo ile aynı gün farklı parkurlarda yarış koşulsun, elde edilen gelir minik ve yıldız takımlarına açık ihale usulü ile yerli bisiklet üreticilerinden bisiklet alınarak hibe edilsin. Beş yıl dibine kadar özelleşsin bisiklet sporu, beş yıl kâr amaçlı bir endüstri gibi çalışsın; ama kazanılan para ile de en az 25 alt yapı takımı finanse edilsin. Buna da varız. Üç büyük turun üçünde de bisikletçimiz yok, bu camia artık başarı görmek istiyor. Gurur duymak istiyor. Gran fondoda 2500 kişi start aldı vs vs bizi tatmin etmiyor artık. Olimpiyatta madalya, üç büyük turda bisikletçi görmek istiyoruz.

Ne zaman gran fondo ile ilgili aleyhte bir şeyler yazsam beni bu işleri bilmemekle suçlamak amacıyla Wikipedia’dan gran fondonun ne olduğunu anlatan bilgi sekmesi paylaşılır. Oysa burada bizim bilmediğimiz yeni bir veri yok. Hatta Gran fondolar hakkında bizim bildiğimiz fakat Wikipedia’da kaynak gösterilmemiş daha birçok içerik de mevcut. Gran fondo Wikipedia’da anlatıldığı biçimiyle tam olarak budur; fakat bizim ihtiyacımız bu mudur? Sözgelimi seneye 100 gran fondo yapılsa bu böyle dört yıl devam etse biz bir olimpiyat madalyası alabilecek miyiz? Üç büyük turda bir bisikletçimiz yer alabilecek mi? 

Evet 100 gran fondo yapılırsa bisiklete yönelik hizmet ve mal sunan esnaflar ciddi paralar kazanacak, helal-i hoş olsun, Allah betini bereketini arttırsın; ama bisiklet sporuna gran fondonun somut katkısı ne olacak? Alt yapı takımlarının hocaları bisiklet yedek parçası satan bisiklet esnafları ile üç kuruşluk iç lastik için pazarlık yapmak zorunda kalmayacaksa isterse 1000 gran fondo yapılsın, benim açımdan sorun yok. Bisiklet antrenörleri federasyonun tanımladığı aynakol dişli oranlarını tutturabilmek için bisiklet esnafları ile İmalat-ı Harbiye’den kalma ilkel torna teknikleri kullanarak dişlilere takla attırmak zorunda kalmayacaklarsa yılda 2000 gran fondo düzenlensin, ona da razıyız!!!

Ek olarak Avrupa'da şöyle, Amerika'da böyle ezikliğinden bu milleti kurtarmak zorundayız. Bizde nasıl olacak? Biz bu spora kendi damgamızı nasıl vuracağız? Mesele budur. Japonya'da Keirin var, tek bir Japon da çıkıp Avrupa'da pist bisikleti böyle yapılmıyor, biz geri kafalı ve gelenekçi ezik bir milletiz edebiyatı yapmıyor. Keirin yarışçıları tenezzül edip de olimpik pist bisikleti branşında yarışmıyor bile, aksine Avrupa'da yıllarca profesyonel düzeyde yarış koşup madalyalar kazanmış pro bisikletçiler Japonya'ya gidip keirinci oluyorlar. Gran fondo yapısal olarak Türkiye'nin nesnel koşullarına uyarlanarak yeniden tasarlanmalıdır. Avrupa'da şöyle oluyor, biz de aynısını yapalım diye dayatmak akıl ve mantık dışı bir ahmaklık örneğidir. Kültür, tarih, ekonomi farklarını bir kalemde geçtim; bu ülkede yetişen hangi ürün Avrupa'da da aynı kalitede yetiştirilebilir? İç Anadolu'da zeytin tarımı yapmak kadar saçma bir şey bu. Orası Avrupa, burası Türkiye! Oranın nesnel koşulları farklı, buranın nesnel koşulları farklı. Gran fondonun yapısı bu toprakların insanlarının ihtiyaçlarına göre yeniden tasarlanmalıdır.

Gran fondo Avrupa'da şöyle, Amerika'da böyle edebiyatı yapanlar için son ve çarpıcı bir argüman paylaşarak yazıyı noktalıyorum. Türkiye'de koskoca Türkiye Bisiklet Federasyonu’nun başkanı gran fondo kürsüsünde ne arıyor? Avrupa'da herhangi bir ülkenin bisiklet federasyonu başkanı gran fondo açılışına katılıp boy gösteriyor mu, kürsüde ödül dağıtıyor mu? Avrupa'daki herhangi bir ülkenin federasyon başkanı bir yılda tüm kategorilerde 20 yarış düzenletmeyi başaramıyorken yılda 20 tane fondo düzenlenmesine önayak olup onları da federasyon faaliyet takviminde gösteriyor mu?

Şimdilik bu kadar… Ama devamı gelecek…


14 Şubat 2024 Çarşamba

YAKIT FİYATLARININ ARTMASIYLA BİSİKLET KULLANIMININ DA ARTACAĞINI SAVUNANLARA KARŞI TOPYEKÛN REDDİYE!

Hipokrat demiş ki “Uzun yol yürüyen uzun yaşar.” O da bir şey mi? Ben 10 yıldır "Otomobil ahmaklaştırır, bisiklet özgürleştirir." diyorum ama hâlâ kimse beni dinlemiyor. Doktorası olan öğretmenler bile spor salonuna otomobille gidip orada sözümona spor yapıp tekrar otomobille evlerine dönüyorlar. Ortalama kiloları 100'ün üzerinde. Bunu görünce artık bazı akademik sıfatlar bende anlamını yitirdi.

Onlara kent içi ulaşımda bisiklet kullanımının önemini anlatmak için çabalamıyorum artık, Hipokrat'ın ikna edemediği kafaları benim ikna etmem mümkün değil zaten!!! Tıbbı icat eden Hipokrat'a inanmayan homo sapiens türünün bana inanma olasılığı kuramsal olarak sıfır!

Ulaşım için otomobil sahibi olmak gerektiğini ve bunun karşı konulamaz bir zorunluluk olduğunu savunanlara bazen soruyorum: Ulaşım ihtiyacınızı karşılamak için otomobil satın alıp onun her türlü masrafına uysalca katlanıyorsunuz. Peki, süt içmek için inek alıp onun masraflarına neden katlanmıyorsunuz? Süt içmek de kalsiyum edinimi için zorunlu bir ihtiyaç sonuçta. (Veganlar öyle düşünmüyor.) Bana "Türkiye'de her markette süt bulabiliyoruz, neden inek besleyelim?" demeyin sakın. Zira Türkiye'de her yere giden toplu taşıma araçları da mevcut. Köylere bile köy minibüsleri ile ulaşmak mümkün. O hâlde niçin otomobil sahibi olup “otomobili besliyorsunuz”? Aklımda yine deli deli sorular. Geçelim.

Konumuz neydi? Evet, artan yakıt fiyatları ve bisiklet. Asıl konuya geçelim ve kazmamızı, küreğimizi elimize alalım, mezar kazmaya başlayalım. Sonuçta her “profesyonel gömücü”, ölüyü tez vakitte yıkayıp mezarıyla buluşturmalıdır.

YAKIT FİYATLARI, BİSİKLET YA DA TÜRKİYE'DE BİSİKLET AKTİVİSTİMSİLİĞİ ÜZERİNE MÜLAHAZALAR

Ülkemizde benzin mazot fiyatları 40₺''yi geçince Türkiye'de bisiklet kullanımı uçacak kaçacak diye propaganda yapan bisiklet aktivistimsileri vardı. Yakıt fiyatları 40₺’yi geçti. Godot’yu bekler gibi ülkemizde bisiklet kullanımının uçmasını kaçmasını bekliyoruz. Hacılar noldu o iş? Ne zaman gelecek bisikletin Godot'su?

Ülkemizde sosyoloji bilmez, ekonomi okumaz, bilimsel teorinin inşasında yöntembilimin öneminden habersiz zırcahiller sürüsü aktivist olursa sonuç böyle oluyor işte. Batı alanyazınından çevir çevir yaz entelektüelliğinin, kısaca fikir kompradorluğunun gideceği yol bu kadar. Bu noktadan sonrasında yola atlarla devam edeceğiz (!)

Özgür Orhangazi'nin Türkiye Ekonomisinin Yapısı kitabını okumamış, okusa bile anlamamış; ama bisikletin ekonomik olarak zorunluluk haline geleceği konusu üzerine teori kasmaya çalışıyor. Türkiye'de cinsiyet politikası ve eril iktidarın geleneksel kültürel uzantıları üzerine hiç düşünmemiş, ama yakıt fiyatları artınca bisiklet kullanımının da yaygınlaşacağını düşünüyor. Tek parametrede gerçekleşecek değişiminin toplumsal algılar üzerinde devrim niteliğinde etkilerde bulunacağını iddia ediyor. Bunlar çağdaş, uygar, laik… Biz çağdışı, köylü ve kabayız… Ben gerçekten ikna oldum, çağ buysa ben çağdışı olduğumu, şehirli zekâsı bu kadarsa ben köylü olduğumu, uygarlık bilim dışı sabuklamalar ise ben medeniyet yoksunu bir kaba olduğumu kabul ediyorum. 

Yakıt fiyatları artınca bisiklet kullanımı uçacakmış, kaçacakmış(!) Yersen! Bunun iddia edilmesinde bir beis yok bence, sonuçta ülkemizde mehdi olduğunu iddia eden insanlar da var, geçmişte oldukları gibi gelecekte de var olacaklar. Buna engel olamayız. Sorun şurada: Bunu iddia edenlere karşı akıl ve bilimi savunan kimse kalmadı. Bir kişi de çıkıp bunlara “Hadi oradan!” deme cesaretini gösteremiyor. Bisiklet camiasından aforoz edilme korkusu hakikati tesis etme arzusunun önüne geçmiş. Suskunlukları bundan…

Kimse bunlara "Bir dakika kardeşim, geceleri bisiklet sürerken sarı yelek kullanmak zorunlu olunca bisiklet kullanımına büyük bir darbe vurulacak!" dediniz ve teoriniz tutmadı; "Yakıt fiyatları artınca bisiklet kullanımı yaygınlaşacak!" dediniz, bu teori de tutmadı; "Pandemi yüzünden bisiklet kullanımı artacak!" diyordunuz, millet otomobil almak için sıraya girdi, bu da tutmadı. Ortaya attığınız hangi fikir varsa elimizde kalıyor, siz nasıl bisiklet aktivisti, siz nasıl "fikir adamı", siz nasıl bir teorisyensiniz ki ortaya attığınız tek bir fikrin bile gerçek hayatta bir karşılığı çıkmadı, çıkmıyor?

Kimse bunları sormayınca doğal olarak köpeksiz köyde değneksiz dolaşılıyor. Eleştirel düşünme ve sorgulamanın niçin bir 21. Yüzyıl becerisi olarak tanımlandığını şimdi daha iyi anlıyorum. Şimdi de “mikromobilite” ile otomobil kullanımı azalacak ve bisiklet kullanımı artacak diyorlar. Bekleyip göreceğiz bu teorinin de sunucunun ne çıkacağını. Bu noktada kayıtlara geçmesi maksadıyla sizlere tek bir şey söyleyeceğim: Otomobil Türkiye'de erkek cinsinin ikinci cinsel organıdır. Türk erkeği her şeyden feragat eder; ama otomobilinden feragat etmez, edemez, ettirilemez!!!! Türkiye'de bir erkeğin üç şeyi büyük olmalıdır: parası, arabası ve şeysi… Anladınız onu… “Söyletmen beni!” “Şeysi” maddesi ile evrim bilimi ilgileniyor, orası bizim konumuzun dışında. “Parası” maddesi ile ekonomi bilimi ilgileniyor, ekonominin mevcut durumu zaten ortada, anlatmaya gerek yok. Geriye bir tek “otomobili” seçeneği kalabiliyor. Ondan da vazgeçemiyorlar, vazgeçemeyecekler! Mevcut ekonomik durumları ile hangi otomobili alabiliyorlarsa onu alıp binecekler.

Sosyolojik olarak tartışılmaz bir gerçektir ki Türk erkeği otomobilinden vazgeçemez. Bana inanmayanlar, pazar günlerinde evlerine en yakın benzinliğin önüne mitili atarak otomobilini yıkayan erkekleri bir süreliğine uzaktan gözlemlesin. Sonra konuşalım. Rastgele bir sokak röportajında 100 kadına sorun, erkeğinizde hangi özelliklerin olmasını istersiniz diye. Büyük çoğunluğu diğer bütün olumlu özelliklerin yanı sıra “Arabası olsun, beni gezdirsin!” diye cevap verecektir. Gördüğünüz gibi otomobil kullanımı konusunda güçlü bir "cinsel seçilim" baskısı var. O erkekler o otomobilleri her koşulda ve her durumda alacaklar, yakıt fiyatları 100₺ olsa da otomobil fiyatları 10 milyona dayansa da türünün devamlılığını sağlamak isteyen ortalama bir erkek mecburen bir otomobil sahibi olacak!

HER GEÇEN GÜN BİRAZ DAHA (OH YES, OHHH YESSS) ARTAN YAKIT FİYATLARI YA DA İNSANOĞLUNUN TEDAVİ EDİLEMEZ AHMAKLIĞI

Önce ucuz petrol fiyatlarıyla birlikte insanları otomobile iyice alıştırdılar. Sonra sizi otomobil olmadan günlük ihtiyaçlarınızı bile karşılayamayacak düzeyde uyuzlaştırdılar. Şimdi de istedikleri petrol fiyatını belirleyerek sizi inek gibi sağıyorlar. Ivan Illyich, Enerji ve Eşitlik adlı eserinde ayrıntılı olarak bu süreci açıklamıştı. Meraklısı kitabı bulup okusun. Uzun uzun anlatamam.

Bu durum tamamen sizin salaklığınız yüzünden oldu. Kimse sizin kafanıza silah dayayarak sizi buna zorlamadı. Otomobile tapanlar tarikatı müritlerine döndünüz. Vaktinde bu konuyu da “Otomobile Tapanlar Tarikatı” başlıklı yazımızda ayrıntılı olarak ele aldık. Okumadınız. Sahibiniz hangi petrol fiyatını belirlerse belirlesin itiraz etmeden itaat eden uysal köpeklere çevirdiler sizi.

Bu düzeni siz seçtiniz. Hiç boşuna ağlamayınız. Kent içi ulaşım ihtiyacını bisikletle karşılayan insanlarla alay ederken hiç ağlamıyordunuz oysa. Ekmek almaya bile otomobille giden ahmaklar toplumusunuz siz, size dayatılan petrol fiyatlarına da katlanmak zorundasınız.

Buradan yıllarca sizi uyardık. Bisiklet özgürleştirir, otomobil köleleştirir dedik. Dinlemediniz. İnsan bedeni iki ayak üzerinde hareket etme esası (bipedalizm) üzerine evrimleşmiştir, hareket etmez ise doğasına aykırı bir yaşam sürer ve dolayısıyla çeşitli sağlık sorunları yaşar dedik. Dinlemediniz.

Buradan yıllarca sizi uyardık. Bisiklet zenginleştirir, otomobil fakirleştirir dedik. Dinlemediniz. Gayri safi milli hasılası bize tur bindiren ülkelerde her geçen gün otomobil kullanımı azalıp bisiklet kullanımı artarken bizim ülkemizde otomobil satışları tarihi rekorlar kırdı. Ülkesinin topraklarından ulusal tüketim ihtiyacını karşılayacak kadar petrol çıkmayan bir ülkede insanları çılgınlar gibi otomobil almaya teşvik ettiler.

Bütün bu uyarılara kulak asmadınız. Kişisel konforunuzdan vazgeçemediniz. Bu yüzden 40₺+ benzin ve mazot fiyatları size müstehaktır. Daha beter olun. Daha fazla zam gelsin. Siz bu yakıt zamlarının tamamını fazlasıyla hak ettiniz. Az bile zam koyuyorlar bence... Ben olsam bu köleler toplumuna hiç acımam, daha fazla gömerim akaryakıt zamlarını! Nasıl olsa itiraz etmeyecekler. Nasıl olsa boyun eğecekler!!! 

Siz akaryakıt fiyatlarından sürekli şikayet ederken biz ise -yani size göre otomobil almaya gücü yetmeyen pis faakirler ile kışın soğuğunda bile bisikletle ulaşım ihtiyacını karşılayan akılsız salaklar- bisikletlerimizle bedava kent içi ulaşımın keyfini süreceğiz. Artan yakıt fiyatları yüzünden otomobiline binemez hâle gelen insanları uzaktan ve yakından keyifle izleyeceğiz.

Her gün, bugün yakıt fiyatlarından şikayet eden ve geçmişte bir süreliğine bile olsa bisiklet kullandığım için benimle alay edip beni aşağılayan bir insanın daha otomobiline binemez hâle gelişini zevkten dört köşe olarak izliyorum.

Bu manzaraları izlerken sadistçe bir zevk alıyorum. Orgazm bile bu kadar etkilemiyor artık bedenimi. Bunu saklayacak değilim. Onlar koca göbekleri ve değirmen taşı gibi kalçaları ile yürümekte zorlanırken ben yanlarından bisikletimle rüzgâr gibi geçip gidiyorum.

Onlar akmayan trafikte gitmeyen bir arabanın içinde dünyanın en pahalı yakıtını tüketerek beklerken ben yanlarından bisikletimle rüzgâr gibi geçip gidiyorum. Bunu yaparken de zevk alıyorum. Bunu yaparken zevk alacağım. Bunu yaparken zevk almaktan kendimi alamıyorum. Bunu yaparken zevk almaya devam edeceğim. Bunu yaparken zevk almaktan bir an bile vazgeçmeyeceğim.

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.... Şimdilik…