5 Temmuz 2022 Salı

TÜRKİYE BİSİKLET FEDERASYONUNUN 2022 KARNESİ VOL 1!

Aslında bu yazı hiç yazılmayacaktı. Hatta artık bisiklet sporuyla ilgili tek bir yazı bile yazmamaya karar vermiştim. Ama Portekiz Avrupa MTB Şampiyonası Olayı kanıma dokundu. Kabullenemedim. Damarlarında zerre kadar Türk kanı taşıyan biri bu durumu kabullenemezdi. Bizi bu sonuca götüren yanlışlar silsilesini bisiklet kamuoyunun dikkatine sunmak istedim.

1. Bodrum Gran Fondo Olayı


Aynı tarihte Karaman'da federasyon yarışı vardı. Türkiye Bisiklet Federasyonu başkanı kendi federasyonunun düzenlediği bir yarışa katılmak yerine bir turizm şirketinin düzenlediği yarışa katılmayı tercih etti. 


Kendi federasyonunun düzenlediği yarışta kendi lisanslı sporcularına ödül vermek yerine profesyonel bisiklet sporuyla hiçbir ilgisi olmayan bir gran fondo etkinliğinde kürsüde ödül vermeyi tercih etti. Gran fondo etkinliğinde on binlerce liralık ödüller dağıtılırken Karaman'da dağıtılan ödüllerin tamamı Karaman'da faaliyet gösteren bir vakıf tarafından verildi. Gran fondoda dağıtılan on binlerce liralık hediyeyi ise bisiklet sektöründe faaliyet gösteren firmalar üstlendi. Federasyona bağlı resmî bisiklet takımlarına destek vermeyen bu sponsorlar gran fondoda birinci olanlara on binlerce liralık hediyeler vermeyi tercih ettiler.

Burada verilmek istenen örtük ileti neydi? Gran fondolar profesyonel bisiklet sporundan daha önemlidir. Kimse önemsiz bir etkinlikte boy gösterip kendini küçültmek istemez. Demek ki Türkiye Bisiklet Federasyonu'na göre gran fondoda yarışan amatör bisiklet sporcuları, Karaman'da yarışan profesyonel bisiklet sporcularından daha önemli ve değerlidir.

2. Slovenya Velodrom Kampı Olayı

Ülkemize en yakın velodrom Bulgaristan'da var. Burayı tercih etmek varken daha uzak bir yer olan Slovenya tercih edildi. Bu yer seçimi kafilenin konaklama ve yol masrafı maliyetini neredeyse iki katına çıkardı. 

Bu duruma ek olarak kafileden sorumlu antrenör, takımın başında görevli olmasına rağmen bir günlüğüne takımı bırakıp kamp yerine 70 km mesafedeki bir yerde düzenlenen Uci Gran Fondo'sunda yarışmaya gitti. Sonuç listesinde dördüncü olarak yarışı bitirdiği gözlendi. 

Buna dayanarak bisiklet camiasında şu sorular gündeme geldi:

Kamp yeri antrenörün katılmayı istediği yarışa göre mi tespit edildi? Sırf bu antrenör gran fondoda koşsun diye koskoca takım daha uzak ve daha maliyetli bir yere mi gönderildi?

Slovenya'daki velodrom kampı yerinin belirlenmesinde karar alıcı mevkide kimler vardı? Bu karar kimler tarafından alındı? Gerekçeleri nelerdi? Neden daha ucuz olan Bulgaristan değil de Slovenya tercih edildi? Daha maliyetli bir tercihin bisiklet sporu açısından herhangi bir gerekçesi yoksa bu karardaki açık kamu zararını kimler telafi etmelidir?

Slovenya'daki velodrom kampı hangi hedef yarış için düzenlendi? Bu kamptan sonra takım hangi pist bisikleti yarışlarına gönderildi? Bu yarışlarda elde edilen derecelere bakarak konuşmak gerekirse bu kadar masrafa değdi mi?

Kampta kullanılan track bike'lar nereden temin edildi? Bunlar için bir kiralama bedeli ödendi mi? Ödenmiş ise ne kadar? Koskoca Türkiye Bisiklet Federasyonu'nun millî takımdaki 6 bisikletçiyi tepeden tırnağa kadar pist bisikleti malzemeleri ile donatabilecek bütçesi yok mudur? Uci lisanslı pist bisikleti antrenörlerimize soruyoruz: Emanet bisikletle yarış kazanılır mı? Bu kampın pist bisikleti millî takımındaki bisikletçilerimize somut faydası ne oldu?

Zaten kamp kaç gündü? Bir hafta yahut 10 günlük kampın bir gününde gran fondoda yarışan sorumlu antrenörün amacı nedir? Bu antrenörü oraya gran fondo koşması için mi gönderdik, yoksa büyük çoğunluğu ilk defa velodrom gören bisikletçilere eğitim vermesi için mi?

3. Gaziantep Türkiye Şampiyonası Olayı 

Türkiye Bisiklet Federasyonu'nu başkanı Gaziantep'de düzenlenen Türkiye Şampiyonası'na katıldı. Pazar günü düzenlenen elit kategori yarışlarına kadar Gaziantep'te yarışları takip etti. Pazar günü, Tour of Turkey'de Türkiye'yi temsil eden iki continental takımımız ile birlikte Türk bisiklet sporunun zirvesi olarak kabul edilen elit kategorideki bisikletçilerimiz yarışacak ve Türkiye Şampiyonu belirlenecekti.

Pazar günü ise İstanbul'da düzenlenen Turkcell Gran Fondo'ya katıldı, kendi lisanslı sporcuları olan elit kategori yarışlarını takip etmek yerine özel bir şirket tarafından düzenlenen gran fondoyu takip etmeyi tercih etti, kendi lisanslı sporcularına (Türkiye şampiyonu) kupasını ve madalyasını vermek yerine gran fondo birincisine madalya vermeyi tercih etmiştir.

4. Portekiz Avrupa MTB Şampiyonası Olayı

Yarış sonuç tutanağında bizim bisikletçilerimizin DNS (did not start- start almamıştır) biçiminde tasnif edildiğini gördük. Bu güne kadar bisikletçilerimizin niçin start almadıkları hakkında federasyon tarafından hiçbir resmî açıklama da yapılmadı. Bisiklet kamuoyunun kafasında şu sorular belirdi:

Teknik toplantıya katılım sağlanmadığı için yarış saatini öğrenemedik, bu yüzden de bisikletçilerimizin yarış saatini kaçırarak yarışa katılamadıkları iddia ediliyor, doğru mudur? Doğru ise teknik toplantıya katılmayan teknik heyet üyesi kimdir? Bu durumdan doğan kamu zararı kendisine ödetilmiş midir?

Bu iddialar asılsız ise takım başka bir sebeple yarışa katılamadıysa bu sebep nedir? Takım hâlinde yarıştan çekildiysek bunun gerekçesi nedir? Koskoca takımı bütün malzemeleri ve üyeleri ile Portekiz'e kadar yarış koşmamaları için mi gönderdik? Bu turistlik spor gezinin maliyeti kim tarafından karşılanmıştır? 

Sonuç

Bu güne kadar yapılan hatalara bakarak yorum yapmak gerekirse mevcut Türkiye Bisiklet Federasyonu yönetiminin bir önceki yönetimden hiçbir farkı yoktur. Aynı hatalar tekrar edilmektedir. Akdeniz Oyunları'nda toplamda en çok madalya alan ülke Türkiye'dir. Ama bu madalyaların bir tanesi bile Türkiye Bisiklet Federasyonu bisikletçileri tarafından alınmamıştır. Bütçesi Türkiye Bisiklet Federasyonu'ndan daha az olan birçok federasyon (cimnastik) madalyalardan buket yapıp yurda şerefle geri dönerken bisikletçiler ilk 5'e bile girememiştir. Yukarıdaki somut hatalar bu başarısızlık tablosunun temel sebebidir. Türkiye Bisiklet Federasyonu'na derhâl bir çeki düzen verilmelidir.

7 Şubat 2022 Pazartesi

SERTAÇ KASAPLAR, BAS PEDALA AVRUPA (BİSİKLETLİ YAŞAM HİKÂYELERİ)

Kitap, Sertaç Kasaplar'ın bisikletli yaşam hikâyeleri dinlemek amacıyla yaptığı röportajlar ve bu röportajlar için Avrupa'da yaptığı bisikletli yolculuğu konu ediniyor. Kitabın birinci bölümünde yazarın Avrupa'da yaptığı bisiklet turunun günlüğü ile karşılaşıyoruz. Yazar "Avrupa Turu Günlüğüm" adlı bu bölümde bisikletli yaşam hikâyeleri röportajlarını yapacağı kimselere ulaşmak için bisikleti bir ulaşım aracı olarak kullanıyor. Bisikletli yaşam hikâyeleri dinlemek için yapılan bu yolculuğun tur bisikletiyle yapılmış olması da oldukça anlamlı. Yazar burada bisiklet dışında bir ulaşım aracı kullanmadan da belgesel çekilebileceğini, röportaj yapılabileceğini uygulamalı olarak kanıtlıyor. "Bisikletli Yaşam Hikâyeleri" adlı ikinci bölümde ise yazarın bu bisiklet yolculuğu sırasında yaptığı röportajları okuyoruz. Röportajların tamamının belli bir plan ve program dâhilinde yapıldığını, röportajlarda sorulması gerekenler konusundaa ciddi biçimde çalışıldığını ve ön hazırlık yapıldığını görüyoruz.

Kitabın "Avrupa Turu Günlüğüm" adlı bölümünde çok ilginç tur öyküleri sizi bekliyor. Avrupa'da uzun tur yapmayı planlayan, ama başına neler gelebileceğini de önceden görmek isteyen bisikletçiler mutlaka bu bölümü dikkatle okumalı. Avrupa'dan bisiklet turculuğu yaparken nelere dikkat etmeniz gerektiğini anlatıyor, küçük taktikler veriyor. Yazar turu sırasında gerçekten çok kaliteli insanlarla karşılaşıyor, tur sırasında biriktirdiği tek şey röportajlar değil. Aynı zamanda inanılmaz düzeyde kaliteli insanlarla geçirilmiş bir zaman dilimini de heybesine yüklüyor ki bunları yaşayabilmek için milyon euro verseniz satın alamazsınız. Bisiklet turculuğuna yeni başlayacak arkadaşlarımız için yaşamsal değerde bir pratik sunuyor bize. Bisikletle yapılan bir uzun turun sadece bir bisiklet turu olmadığını, her açıdan ve her bağlamda kaliteli bir yaşam deneyimi olduğunu ortaya koyuyor.

Kitabın "Bisikletli Yaşam Hikâyeleri" adlı ikinci bölümünde yazarın Avrupa turu sırasında yaptığı röportajların yazılı hâlini okuyoruz. Bu röportajların bir kısmının video kaydını YouTube üzerinden izlemiştik. Öğretmen, bisiklet aktivisti, bisikletli tur organizatörü, grafiker- tasarımcı, çocuklarını bisikletle okula götürüp getiren anne-baba, bisikletli turist rehberi, bisiklet kiralama şirketi yöneticisi, bisiklet mağazası sahibi, bisikletli kurye, öğrenci, öğretmen, akademisyen, eğitim danışmanı, bisiklet elçiliği,çevre ve ulaşım direktörü, belediye şehir plancısı, bisikletli blog yazarı, fotoğrafçı, mühendis, müzisyen, bisikletli devrimciler gibi farklı iş kollarında çalışan, hizmet sağlayan, eylem geliştiren insanlarla sohbet etmiş yazar. Her biri başka bir bakış açısından bisikletli yaşamı yorumluyor. Her birinden farklı bir şey öğreniyoruz. Say say bitiremiyoruz. Bizimkiler gibi körler sağırlar birbirini ağırlar misali sadece bisiklet sektörünün bileşenleriyle değil her sınıftan, her meslekten insanla röportaj yapıyor.

Eski bisikletli kurye Mortimer Steınke'nin röportajı mutlaka okunması gereken röportajlardan biri bence. Fixieci olduğumuz için kendisine kıyak geçmiyoruz. Röportajın niteliği de niceliği de ayrıntılı olarak irdelenmeye değer. Spoiler vermemek adına burada ayrıntılı yorum yapmayacağız. Fixed gear kültürü ve bisikletli kuryelik hakkında atıp tutmadan önce buradaki değerlendirmeler, tespitler mutlaka analiz edilmeli. Mortimer Steınke, röportajında bisikletli yaşam konusunda sosyolojik ve felsefi derinliği olan yorumlar getiriyor. Bir fixieciden beklenen hareketler bunlar, şaşırmıyoruz. Fixie değişik bir makinedir, üzerindeki canlı organizmayı hem zihinsel hem de fiziksel açıdan geliştirir, her daim ayık bir bilinç düzeyine çıkarır. Avrupa'da da böyle olduğunu görmek bizi ziyadesiyle mutlu ediyor. Kitabın bu bölümünü Türkiyeli fixiecilere şiddetle tavsiye ediyorum.

Bazı röportajlardan öğrendiğimiz kadarıyla bisikletli yaşam konusunda Avrupa'da yaşayan Türklerin ülkemizde yaşayan Türklerden pek de farklı olmadıklarını görüyoruz. Ülkemizde bisikletli yaşama zerre kadar prim vermeyen vatandaşlarımızın Hollanda gibi bir bisiklet ülkesinde de otomobilden vazgeçmediğini okuyup kahroluyoruz. Demek ki ultra güvenli bisiklet yolları bile bizimkileri bisiklete binme konusunda pek ikna edici olamıyor. Ülkemizde "Bisiklet yolu yok ki bisiklete binelim." argümanının bir kez daha çöp olduğunu kanıtlıyor. Hollanda'da güvenli bisiklet yolu var da ne oluyor? Hollanda'da yaşayan Türklerin büyük çoğunluğu yine otomobilden vazgeçmiyor. Pek azı bisikletli ulaşımı tercih ediyor. Otomobil, Türkiye'de Türk erkeğinin ikinci cinsel organıdır; Hollanda'da da durum değişmiyor. Coğrafya kaderdir tezi bu bağlamda pek işlemiyor. Coğrafya değişse de kader değişmiyor.

Ülkemizde bisiklet yollarına karşı muhalefet eden, şehir merkezindeki caddelere bisiklet yolu yapılmaması yönünde politik baskı araçları kullanan en büyük güç esnaflar! Bunun sadece bizim ülkemize has bir gerilik olduğunu düşünüp kahrolurken bu kitabı okuduktan sonra kazın ayağının öyle olmadığını görüyoruz. Dünyanın en gözde bisiklet şehirlerinden birinin (Amsterdam) bisiklet elçiliğini yapan Marjoleın De Lange'in da esnaf muhalefetinden yakındığını ve buna karşı taktikler geliştirdiğini görmek içimizi refahlatıyor. Demek ki bisiklet yollarına karşı esnaf muhalefeti ulusal bir gerilik değil aksine dünya çapında sınıfsal bir karşı duruş biçimi, bir sınıfsal çelişki. Yaşanan zorlukların nasıl aşıldığını öğrenmek için kitabı okumanız gerekecek. Bisikletli ulaşım konusunda Hollanda pratiğinin tarihsel temellerini öğrenmek için de De Lange'in röportajı okunmalı. Bizim her zaman savunduğumuz bisikletli yaşamın inşa edilebilmesi için nesnel koşulların uygun olması gerektiği tezinin Hollanda pratiğinde kanıtlandığını görmek bizim açımızdan güzel. Ülkemizdeki kerameti kendinden menkul birtakım ütopik bisiklet aktivisti için üzücü olacak tabii. 

Kitapta Avrupa'daki bisiklet turizmi ile ilgili pek çok ayrıntı anlatılıyor. Bu açıdan "Bas Pedala Avrupa" Türkiye'de bisiklet turizmi ile ilgilenen her şirket yöneticisinin elinin altında bulunması gereken bir kaynak kitap özelliği taşıyor. Kitapta Avrupa'da turizm sektöründe çeşitli kademelerde çalışan pek çok bisikletli tur organizatörünün bisiklet turizmi pratiği hakkında bilgiler veriliyor. Bu bölümleri okuduktan sonra bizde şöyle bir kanaat yerleşiyor: Bisiklet turizmi konusunda daha çok yolumuz var bizim. Avrupa'ya nazaran başlangıç aşamasında bile değiliz. Çok merak ediyorum: Bisiklet alanında turizm hizmeti sunan kaç firma bu kitaptaki verileri yönetim kurulunda tartışıp, değerlendirip, raporladı? Her yıl milyonlarca euroluk bir kazancı kendi ayağımızla nasıl teptiğimizi gördükçe sinirden duvarları yumruklamamak elde değil. Kitaptaki bisikletli tur rehberlerinin söylediklerini okudukça saç baş yoluyoruz. Her sene turizmden 30 milyar dolar kazanan bir ülke (Türkiye) bisiklet turizminden 1 milyar dolar bile kazanamıyor!!!

Kitapta bisikletli yaşam, bisikletli ulaşım konusunda bir rock starı olarak tanıtılan Mikael Colville Andersen ile karşılaşmış olmamıza şaşırmıyoruz. Zira Avrupa'ya gidip bisikletli yaşam hikâyeleri temasında bir röportaj projesi yapacaksanız bu adam ile konuşmak zorundasınız, konuşmamışsanız proje çöp zaten! Andersen, bisiklet şehirciliği konusuda bir Marx olamasa da bu işin Bakunin'idir diyebiliriz. İşe sadece pratik açıdan bakan biri değil, o konuda zaten otorite niteliğinde bir tasarımcı, Andersen aynı zamanda bisikletli yaşamın teorik anlamda felsefî derinliğine de çalışıyor. 50 yıl sonra bisikletli yaşam felsefesi hakkında söyledikleriyle felsefe ders kitaplarında adı mutlaka geçecektir. Tabii ki bizim ülkemizdeki felsefe kitaplarında değil. Geçelim. Mikael Colville Andersen'in Bisiklet Şehirciliğine Kışa Bir Giriş adlı kitabını okursanız kendisinin bisikletli yaşam konusundaki tezlerini ayrıntılı olarak öğrenebilirsiniz. Bas Pedala Avrupa kitabındaki röportajında daha genel konulara şöyle bir değiniyor Andersen. Kendi kitabında ise zülfü yâre dokunacak biçimde derinlere dalıyor, hatta direk çivili sopa ile saldırıyor şehirlerimizi yaşanmaz hâle getirenlere...

Türkiye'de bisikletli yaşam konusunda aktivistlik yapan arkadaşlarının büyük çoğunluğunun böyle bir kitaptan haberinin olduğunu sanmıyorum. Zira abuk sabuk her konuda YouTube'dan canlı yayın yapan arkadaşların bir tanesi bile bu kitap hakkında herhangi bir yayın yapmadı. "Eee peki hacı sen niye yapmadın?" mı dediniz? Ben yazarım, youtuber değilim. Olmaya da pek niyetim yok. Bu kitap çıkalı bir yılı geçti. Yayınevini arayıp sorduk, ikinci baskıya girecek kadar satılmamış. Üç ihtimal var, birincisi böyle bir kitabın var olduğundan haberleri yok, ikincisi kitabın yazarından pek hazzetmiyorlar, üçüncüsü bu kitapta anlatılan bisikletli yaşam pratiklerini anlayıp kavrayıp eleştirel gözle değerlendirecek entellektüel kapasite ve kaliteden yoksunlar. Ben üçüncüsünün kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyorum. Aksini iddia eden varsa somut veri koyacak ortaya. Zira biz somut verileri ortaya koyarak durumun böyle olduğunu aşağıdaki paragrafta kanıtlayacağız.

Kitabın yayınevinden aldığımız bilgilere göre bu kitap 1000 adet basılmış, biz yayına girdiğimizde 250'ye yakın bir satış yaptığını öğrendik. İnternet satış mecralarını da incelediğimizde yayınevinden aldığımız bilgileri doğrulayıcı sonuçlarla karşılaşıyoruz. "Eeee, nedir yani? Bir kitabın değerini satış miktarı ile mi değerlendireceksin?" dediğinizi duyar gibiyim. Kitabın değerini değil kitabın okur kitlesinin okurluk düzeyini değerlendirmek için bu bilgiyi sizinle paylaşıyorum. Türkiye'de bisikletli yaşam konusunda bu kalitede yayın bulmak çok zor; ama bu kalitede bir yayını okuyup değerlendirecek bisikletli bir okur kitlesini bulmak da çok zor. Bir yıldır bütün klasik ve sosyal medya araçlarında kitabın tanıtımı yapılıyor. Sonuç: 250 kitap satılmış! Gerçekçi olalım; bisikletliler, bisiklet sürdükleri kadar bisikletle ilgili kitapları okumuyorlar. Sponsorluk ve reklam gelirleri olmasa Türkiye'nin tek bisiklet dergisi bile (Cyclist Türkiye) ayakta duramayacak. Neden? Okur desteği yok çünkü... Bisikletlilerin 15 bin kişilik Facebook grupları var; ama kuru kalabalıktan ibaret, bisikletle ilgili kitapları okumuyorlar. Son beş yıl içinde basılan bisikletle ilgili kitaplardan ikinci baskıyı görebilen var mı? Bilen el kaldırsın çocuğum!!!

Sosyal medya gruplarında Hollanda'da bisikletli yaşam şöyle, Almanya'da böyle, İsveç'te öyle diye atıp tutan arkadaşları piste alalım. Bisikletle ilgili kitapları okumadan, bisikletle ilgili kitapları okutmadan bisikletli yaşam konusunda nasıl bir Hollanda, Almanya, İsveç olacağımızı bize anlatıversinler gaari! Zira biz kendi çabamızla anlayamıyoruz.

31 Ocak 2022 Pazartesi

BİR FOTOĞRAFIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ 3!


60'lı yılların sonu ile 70'li yılların neredeyse tamamının Türk Bisiklet Sporu'nun altın çağı olduğunu düşünüyorum. Her türlü imkân olmasına rağmen günümüzün Türkiye'sinde hâlâ bisiklet sporunu istenilen düzeye çıkaramadığımızı görüyoruz. 83 milyon nüfuslu bir ülkede hepi topu iki adet continental seviyede takımımız var. World tour seviyesinde bir tane takımımız yok, onu geçtik bu seviyede bir takımda yarış koşabilen bisikletçimiz yok, antrenörümüz yok, mekanisyenimiz yok. Yok oğlu yok. Geçelim... Ama hökümat LPG'ye zam yaptı diye kendi başkentini cayır cayır yakan bir halka sahip 20 milyon küsür nüfuslu Kazakistan'ın world tour seviyesinde bisiklet takımı var, sayısız continental takımı var. İstanbul kadar nüfusu olan bir ülkeden world tour takımı çıkıyor, 83 milyon nüfuslu Türkiye'den çıkmıyor. 70'li yıllarda Kazaklar henüz ata binerken bizimkiler bisiklet sporunda Sovyet bisikletçilerle kafa kafaya yarışıyorlardı. Bu bahis uzar gider, bizi de kahreder, o yüzden bunu da geçelim...

Gelelim Bir Fotoğrafın Düşündürdükleri serisinin 3.sünde konu edineceğimiz fotoğrafa. Fotoğrafa dikkatli bakmazsanız 70'li yıllarda çekilmiş, bisiklet sporuyla ilgili alelade bir fotoğraf deyip geçebilirsiniz. Ancak dikkatli baktığınızda görmeyi bilen gözler için çok derin anlamlar saklı bu fotoğrafta. Disiplinlerarası okumalar yapmayı seven okurlarımıza burada John Berger'in Görme Biçimleri adlı kitabını şiddetle öneriyoruz. Sıradan bir hayvansal eylem olarak görmenin insan bağlamında çok farklı bir anlamı var. Hepimiz bir şekilde bakıyoruz; fakat çok azımız hakikati görebiliyoruz. Fotoğrafa geri dönelim. Bu fotoğrafın Kasım Asma'nın Facebook sayfasından aldık. Fotoğraf hakkındaki bilgilerin bir kısmını kendisinden aldık. Gerisini küçük bir araştırma süreciyle internetten derledik.

Yıl 1978! Yer Balıkesir Velodromu! (O vakitler Balıkesir'de velodrom var. Şimdi yok!) Fotoğraf Türkiye Pist Bisikleti Şampiyonası sırasında çekilmiş. Takım takip yarışında birinci olan İstanbul takımı birincilik kupaları ile birlikte fotoğraf çekilmişler. Takım üyeleri soldan sağa Bülent Yüksekol, Refik Diri, Kasım Asma, Tuncay Kürkçü, Cengiz Özdoğan(takım antrenörü). Bu yarışta Konya takımı ikinci olmuş, Bolu takımı da üçüncü olmuş. İstanbul'da pist bisiklet yarışı koşacak takımın olması gayet olağan, sonuçta o vakit de İstanbul Türkiye'nin en büyük şehri, Konya'yı zaten cümle âlem biliyor, Anadolu'da bisiklet sporunun lokomotifi... O zaman öyleymiş, şimdi de öyle. Çoğunuzun şaşıracağı nokta ise o dönemde Bolu'da bir bisiklet takımının olması. Biz şaşırmıyoruz, zira Bolu'daki bisiklet takımının hikâyesini biliyoruz. Türk Bisiklet Sporu sayfasında dönemin bisiklet sporunun tarihi ile ilgili paylaşımlarda bulunan İbrahim Pekcan abimizin Kasım Asma'nın Hikâyesi adlı seri yazılarından okuyup öğrendik. O yazılardan Ünal Tolun ve Saip Garipoğlu'nun çabalarıyla Bolu ilinde bisiklet sporunun nasıl sıfırdan başlatıldığını öğreniyoruz. Ne maceralar, ne maceralar... İlgili sayfadan okuyup öğreniniz.

Arka plandaki pist bisikletlerini sayabilen var mı?Matematiği güçlü olan el kaldırsın çocuğum! Biz saymaya çalıştık şöyle bir. İki elin parmak sayısına çok az kaldı. Matematiği güçlü olan biri sayarsa daha fazlası çıkabilir. Gırgırı bırakıp bisikletlerin gerçek hikâyesine gelelim. Yol bisikleti ile pist bisikleti bir babanın iki çocuğu sayılır, pist bisikletçiliğiniz gelişmemiş ise yol bisikletçiliğinizden fazla verim alamazsınız. Bunu çok iyi bilen Türk bisiklet efsanesi Ali Hüryılmaz pist bisikleti yarışlarında pist bisikleti kullanılması gerektiğinin gayet farkında. Zira pist bisikleti ile yol bisikleti birbirinden çok farklı şeyler. Sonuçta ikisi de bisiklet, ikisini de aynı bisikletçi sürüyor; ama teknikler, kurallar, donanımlar çok farklı. Feyzi Açıkalın'ın Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu Tarihi adlı kitabından öğrendiğimize göre o yıllarda pist yarışlarında yol bisikleti kullanımı yaygınmış. Niçin? Pist bisikleti olmadığı için tabii ki... Olmayınca kullanamıyorsunuz doğal olarak! Ali Hüryılmaz, o sene İtalya'dan 12 pist, 12 adet yol olmak üzere 24 bisiklet getirtmiş. O dönemde İtalya bisiklet endüstrisinin merkez üssü. Colnago'nun, Campagnolo'nun Avrupa'yı kasıp kavurduğu yıllar. 

1978 yılında Türkiye'ye yurt dışından 24 adet bisiklet getirtmek büyük başarı. "Abartıyorsun hocaaa! Altı üstü 24 tane bisiklet, bir kamyonete atsan sığar, nedir yani?" diyen arkadaşları dönemin ekonomi politikalarını, kambiyo rejimini ve dönemin gümrük mevzuatını araştırmaya davet ediyorum. 70'li yıllarda rahmetli Süleyman Demirel'in tabiriyle "50 cente muhtaç" hâlde olduğumuz için yurt dışına döviz çıkarıp oradan mal satın alıp ülkeye sokmaya çalışmak büyük suç. Döviz kaçakçısı muamelesi görüyorsunuz. Buna rağmen bireysel çabalarla yurt dışından pist bisikleti getirmeyi başarmışlar. Helâl olsun demekten başka söylenecek söz bulamıyoruz. Bisiklet sporunu yokluğun içinde nereden nereye getirmişler? Antrenmanlarda dört defa yamalanmış iç lastikleri kullanıyorlar, o vakitler paran olsa bile piyasada iç lastik bulmak ciddi mesele. Yok öyle şimdiki gibi gak deyince sponsordan bisiklet, guk deyince sponsordan karbon jant seti falan... Şimdi 83 milyon nüfuslu Türkiye'de bu kadar pist bisikleti bulabilir misiniz acaba? Günümüz Türkiye'sinde Six Day Race yahut olimpiyat koşabilecek donanımda 12 adet pist bisikleti bulabilir miyiz? Hiç sanmıyorum.

2022 Türkiye'sinde hâlâ bir velodromumuz yok. Ama yapılıyor. İnşaat hâlinde... Nasipse mart ayında Konya'da ilk olimpik standartlara sahip velodromumuza kavuşacağız. Bu projede emeği geçen herkesten Allah razı olsun. Tekerlerine deve dikeni batmasın! Karbon kadroları çatlamasın! Amin! Konya Velodromu elbet bir gün açılacak. Elbet bir gün Konya Velodromu'nda pist bisikleti yarışları da yapılacak. Orada olacağız ve kaç pist bisikletimiz, kaç pist bisikletçimiz olduğunu kendi gözlerimizle görüp kendi "ellerimizle" sayacağız. Zira el ile sayabilecek kadar olacak anca!!!1978 Türkiye'sinde ne kadar pist bisikleti olduğunu gördünüz, 2022 Türkiye'sinde kaç tane olacak? Bekleyip göreceğiz. Sayı bundan az olacak demiyoruz; az olsun, bu sayede birilerini gömelim, içimiz rahatlasın da demiyoruz. Bu yazıyı kaleme almamızdaki amaç neydi? Niçin yazdık? İstiyoruz ki Konya Velodromu açıldığı vakit yüzlerce pist bisikleti ile orada hazır olabilelim. Bizim bisikletçilerimiz olimpik standartlarda inşa edilen bu velodromda olimpik standartlardaki pist bisikletleri ile antrenman yapıp yarış koşabilsin. Yumurta kapıya dayanmadan tedbirimizi alalım, teçhizatımızı hazır edelim.

Bildiğimiz kadarıyla yerli bisiklet firmalarımızdan hiçbirinin ürün gamında pist bisikleti yok. Sosyal medya üzerinden kendilerine sorduk, 2022'de pist bisikleti üretecek misiniz, dedik. Yazı yayınlandığı tarihe kadar bir yanıt alamadık. Konya Velodromu açıldığında orada kaç pist bisikleti olacak bilmiyoruz; ama orada olan pist bisikletlerinin hiçbirinin Türk fabrikalarında Türk işçileri tarafından üretilmeyeceğini biliyoruz. Mademki bir velodromumuz olacak, orada nasıl kendi bisikletçimiz ile var olacaksak yine kendi bisikletimiz ile de var olabilmeliyiz. Elin bisikletiyle velodroma girilmez! Kendi bisikletlerimiz olmalı, bizim sporcularımız ve teknisyenlerimiz tarafından velodromda test edilmeli ve uygulamadan alınan sonuçlardan hareketle daha da geliştirilmeli. 1978'de İtalya'dan bisiklet getiriyormuşuz, 2022'de kendi bisikletimize binelim.

Ne diyor Mehmet Âkif "Geçmişten adam hisse kaparmış.. Ne masal şey!/ Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ 'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;/ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?..." Türk bisiklet sporunun tarihi yokluğun, yoksulluğun ve yoksunluğun tarihidir. Geçmişte böyleydi, gelecekte böyle olmasın. Konya Velodromu'nu kendi mühendislerimiz, kendi ustalarımız inşa ettiler. O velodromda kendi bisikletimizle var olalım! Türk pist bisikletçiliği geleneğine bir Türk pist bisikleti damgasını vuralım!

25 Ocak 2022 Salı

OTOMOBİLE TAPANLAR TARİKATI!!!


Modern çağda kent merkezlerinde yaşayan insanlar için otomobil bir ihtiyaç olarak kabul edilemez. Kent merkezinin her noktasına ulaşan toplu ulaşım araçları var artık. Bireysel bir motorlu araca sahip olmadan da ömrünüzün sonuna kadar rahatça yaşayabilirsiniz. Modern şehirlerde her yer toplu ulaşım ve 20 dakikalık yürüyüş mesafesindedir. Toplu ulaşım ağları şehirleri örümcek ağları gibi örmüş vaziyette. Modern bir şehirde herhangi bir toplu taşıma aracının geçmediği bir cadde bulmak neredeyse imkânsızdır. Buna rağmen şehir içi ulaşımda her açıdan daha verimsiz ve daha yavaş olan otomobilleri satın alıp şehirde kullanmaya devam ediyoruz. Peki, niçin? Çünkü bir otomobil sahibi olmamak aşağılanası bir toplumsal statü olarak kabul ediliyor. Azıcık birikim yapan bir insanın otomobil sahibi olmaması, ehliyet almaması küçümsenmesi gereken bir özellik olarak görülüyor. Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın müritleri koro hâlinde sizi linç etmek için hazır kıta bekliyor.

Evet, şehir içi ulaşımında otomobil kadar verimsiz ve yavaş bir ulaşım aracı kalmadı artık. Eskiden olsaydı otomobil için yine verimsiz ifadesini kullanacaktık; ama eskiden otomobillere yavaş diyemezdik. Zira az sayıda otomobilin olduğu şehirlerde ulaşım açısından gayet hızlıydı otomobil. Şimdi ise şehrin her sokağı otomobiller tarafından işgal edilmiş durumdayken hızlı olabildiklerini söyleyemeyeceğiz. Zira otomobillerin şehir içi hız ortalaması artık 35 km/s!!! Şaka gibi! Ortalama form düzeyindeki bir yol bisikletçisini bile şehir içi trafikte geçmiyor artık otomobiller!!! 4 milyon nüfuslu bir şehirde 1 milyon aracın aynı anda trafiğe çıktığını bir düşünelim, yok yok düşünmeyelim, İzmir Depremi sırasında fiili olarak yaşadık bu durumu zaten biz. Sonuç? Kimse hiçbir yere gidemedi. Trafik şehrin her yerinde kilitlendi. O gün arabayla yola çıkan hiçkimse iki saatten önce evine ulaşamadı. Milyon dolarlık arabalar bir anda fiilen çöp oldu. Şoför dâhil beş kişiyi taşıyabilecek kapasitede tasarlanmış bir aracın sadece bir kişi tarafından kullanılmasını verimsiz olarak kabul etmeyecek zekâda insanlara "verimlilik" dersi vermeye ise tenezzül etmeyeceğim. Gerek yok! Otomobil, kapitalist ekonominin temel tezlerine göre bile verimsiz bir ulaşım aracıdır. Net!

Herkes otomobil satın alabilecek kadar zengin değil maalesef. Fakat bu bile otomobil satın almaya engel olamıyor. Sigortalı bir işe giren birinin yaptığı ilk iş herhangi bir bankaya gidip kredi çekerek otomobil satın almak oluyor. Bir otomobile sahip olmak için ömrünün 10 yılını bankaya ipotek eden geri zekâlılar var. Bu nasıl bir iştir anlamak mümkün değil. Ömrünün 10 yılında kıt kanaat geçinerek yaşamayı göze alıyorlar. Ne için? Otomobil için! Üç kuruş sermayeniz olmadan banka kredisi çekerek bir otomobil sahibi olduğunuz anda Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın standart müritlerinden birisi oluyorsunuz. Aynı zamanda köle gibi bankaya çalışan bir emekçi de oluyorsunuz. Eee bu da eşantiyon işte. Noldu? Beğenmediniz mi? Otomobiliniz var işte. Sevinin, hoplayın, zıplayın! Siz de bu fani dünyada otomobil sahibi olan milyarlarca şanslı insandan birisiniz artık. Finansal özgürlük mü dediniz? Amaaan ne önemi var. Sizin bir otomobiliniz var artık. Özgürlük neyinize gerek kuzum? Bas gaza aşkım bas gaza, kim tutar seni, bas gaza!!!! Ama kredi çekerek otomobil aldığın için kazancının büyük kısmına banka çöküyormuş, yolculuğunu benzinle yapacak finansal birikimin yokmuş, o yüzden gaz (LPG) almak zorunda kalıyormuşsun, ne gam!!!! Otomobilin var lan senin, otomobilin!!! Boru mu?

Çarşıya, pazara, işe, ekmek almaya otomobille gidiyorsunuz. Gün içinde hareketli olmadığınız için her geçen gün kilo alıyorsunuz. Daha şişman ve daha sağlıksız bir vücuda sahip olduğunuz için kendinizi kötü hissediyorsunuz. Daha fit bir vücuda sahip olmanız için size spor salonu üyeliği satıyorlar, denize düşen yılana sarılır misali hemen "uygun fiyatlarla" tekelleşmiş zincir spor salonlarından birinden üyelik satın alıyorsunuz. Spor salonuna otomobille gidip daha fazla yakıt tüketiyor, sporunuzu bitirdikten sonra yine fosil yakıt tüketerek otomobille eve dönüyorsunuz! Otomobille spor yapmaya gidip otomobille geri dönüyorsunuz! Böyle bir geri zekâlılık dünya tarihinde görülmüş şey değil. Oysa Otomobile Tapanlar Tarikatı müritlerinin günlük spor ritüelleri böyle! İşe gidip gelirken bisiklete binse, yahut yürüyerek işe gidip gelse spor salonuna para gömmek zorunda kalmayacak. Ama itibardan tasarruf edilir mi hiç? Ortamlarda "Fatmaanımın gızı X spor salonunda personal trainer eşliğinde spin bike binerek şu kadar zayıflamış." demenin vereceği itibarı "Fatmaanımın gızı işe bisikletle yahut yürüyerek gidip gelerek şu kadar zayıflamış." demenin itibarsızlığı karşılaştırılabilir mi hiç? Oh mon dieu!!!

Beş farklı otomobil markasına ait reklamları arka arkaya izlediğinizde beyniniz dumura uğruyor. Otomobiliniz yoksa kesinlikle bir aşağılık kompleksine giriyorsunuz. Saygınlık, seçkinlik, soyluluk vs propagandası altında kalıyorsunuz. Hele o reklamdaki otomobile sahip olan erkeklere ağzının suları akarak bakan güzel kadınlar yok mu? Ah o otomobil reklamı güzelleri ah!!!! Öyle bir aklınızı başınızdan alıyorlar ki o otomobili satın aldığınız zaman o kadınları da satın alacağınızı düşünmeye başlıyorsunuz. Tam bir Gurbetçi Bayram ve Sarı Mercedes hikâyesi gerisi... Tabii ki o otomobili aldığınızda o kadınlar size bakmayacak. Yok öyle bir şey. Sizde doğal olarak var olmayan bir şeyi (itibar, saygınlık, prestij) satın aldığınız bir nesnenin size kazandıracağını düşünecek kadar ahmak mısınız? O hâlde kesinlikle bir otomobil satın almalısınız. Gerçekten bu kadar ahmak olduğunuzu düşünüyorsanız siz de Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın en seçkin müritlerinden biri olabilirsiniz. Bir otomobil satın alarak onun size sağlayacağı saygınlığın keyfini sürebilirsiniz. Saygınlık kazanmak için endüstriyel bir ürüne ihtiyaç duyan insanın niteliksizliği üzerine ortaya atılan bütün felsefî tezleri unutun, onlar çöp! Siz ve arabanız bir harikasınız! Oh yes, oh misss...

Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın kadim ritüellerinden biri de otomobili ile övünmektir. 35 yıllık erkeğim, bu güne kadar arabasını övmeyen erkek görmedim. Tofaş Şahin'de bile övülesi özellikler bulmayı başarabilen erkekler var. Neyse ki bu yargımı kanıtlamak zorunda değilim. Manyaklıklarını cümle âlem biliyor. Kendi çocuğunun on farklı özelliğini sayamayan babaların kendi otomobillerinin elli farklı özelliğini bir nefeste sayabilmesini hayretle izliyoruz. Şükürler olsun ki Z kuşağı gerizekâlı değil, babalarının otomobillerine kendilerinden daha fazla değer verdiğini anlayacak düzeyde zeki ve gelecekte bunun intikamını alacak kadar da adalet duygusuna sahip! Otomobiline gösterdiği özenin onda birini eşine gösterse tarihe geçecek efsanevi romantik kişiliklerden biri olması muhtemel erkeklerin insan ile endüstriyel ürün arasındaki duygusal seçimde endüstriyel ürünü tercih ediyor olması üzerine ciddi düşünmek gerekiyor. Ben ne düşünecem? Kadınlar düşünsün. Yakarsa bu dünyayı kocasının gözünde bir otomobil kadar değeri olmayan kadınlar yakar. Kocasının gözünde bir otomobil kadar değeri olmamasına rağmen hâlâ o kocayla yaşamaya devam eden kadınların acınası durumu hakkında derin felsefi, sosyolojik analizler yapardım; fakat bu yazı o gömünün mecrası değil. Onları başka bir yazıda gömeceğiz. Stockholm sendromu deyip onu da geçelim.

Otomobiller her geçen gün şehirlerde bize ayrılan alanları biraz daha daraltıyor. Şehirlerimiz otomobillerin işgâli altında. Otomobillere yer açmak için insanların yaşam alanlarından tavizler veriyoruz. Çocuklarımız için oyun alanı olması gereken sokaklarımız ve caddelerimiz otomobillerin işgâli altında. Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın kadim müritlerine göre bir şerit daha olsa trafik sorunu çözülecek. O bir şerit daha eklendiğinde bile trafik çözülmüyor, aksine iki kat artıyor. Yol yaparak trafik sorununa çözüm bulunamıyor. Satın aldığınız otomobilleri park edecek yer bulamıyorsunuz. Ücretsiz park bulmak artık hayal oldu, şehir içindeki ücretli park alanlarında bile yer bulmak imkânsız hâle geldi. Otomobilleriniz ile çarşıya gitmek tam bir işkence artık. Park yeri bulmak için 5 kilometre yol yapan otomobil sahipleri var. Hani bu otomobiller hızlıydı, hani rahat ve konforluydu? Park bulamayınca cinnet getiren otomobil sahiplerine baktıkça insanın kendisine yapabileceği zulmün boyutlarını görebiliyorum. Otomobile Tapanlar Tarikatı hâlâ otomobil sahibi olmanız için propaganda yapmaya devam ediyor. Arabayı park edecek yer yok, caddelerde otomobili bırak motosikleti park edecek yer kalmamış ama hâlâ daha fazla insanın otomobil sahibi olması teşvik ediliyor. Biz ahmaklık yaptık, bütün birikimimizi bir otomobile gömdük, siz de bizim gibi ahmaklık yapın, bütün birikiminizi bir otomobile gömün, deniyor!!! Akıl tutulması diyeceğim ama tutulabilmesi için bile bir miktar akıl olması gerekiyor.

Eskiden bütün çocuklar kendi mahallelerinde caddelerin ortasında top oynar, özgürce koşar ve eğlendirdi. Şimdi ise çocukların oyun oynadığı o caddeleri otomobiller işgal ediyor. Çocuklarınız da oyun oynamak için ücretli oyun parklarına gitmek zorunda kalıyor. Yahut telefon, tablet ve bilgisayar başında sanal oyunlarla kendilerini zehirliyorlar. Caddelerde özgürce bisiklete binip top oynayıp koşturması gereken çocuklar, Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın müritleri tarafından yönetilen şehirlerde otomobillere daha fazla alan açmak için yok edilen yaşam alanlarının eksikliği yüzünden her geçen gün daha da asosyal kişiliklere bürünüyorlar. Oyunsuz ve sevgisiz yetişen bu nesiller, sokak ortasında insanları samuray kılıcı ile öldürüyorlar, eşlerini çocuklarının gözünün önünde 36 yerinden bıçaklıyorlar, sokak hayvanlarına zarar veriyorlar. Şehrine, semtine, mahallesine, caddesine zerre kadar aidiyet hissetmeyen köksüz çocuklar yetişiyor. Eskiden "semtimizin çocuğu" diye bir kavram vardı, herkes tanısın ya da tanımasın semtinin çocuğuna sahip çıkardı. Şimdi "onun bunun çocuğu" diyorlar. Koskoca bir nesil, yetişkinlerin otomobil tutkusu yüzünden mahvoluyor. Ama olsun, ne kadar saygın ve itibarlı otomobilleriniz var ama değil mi? Çocuklarınız ziyan olmuş, ne önemi var. Çocuk yapmak zahmet gerektirmiyor ama otomobil öyle mi hiç?!! Otomobilin çocuktan daha değerli olduğu bir toplumun batması haktır.

Otomobillerin şehirlerimizi elimizden aldığını iddia ediyoruz. Otomobilsiz yaşamı savunanların temel tezi bu. Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın temel tezi ise otomobiller için yeterli düzeyde yol olmadığına dayanıyor. Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın kadim müritlerinin tezlerinde göre her şehirde yeterli miktarda bol şeritli geniş yollar olsa trafik sorunu kalmayacak. Acaba öyle mi? İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, İzmir'de Karşıyaka-Konak arasındaki karayolu bağlantısını sağlayan Altınyol'a bir şerit daha eklenince İzmir'in trafik sorununun biteceğini iddia ediyordu. Altınyol'a o şerit eklendi. İzmir'in trafik sorunu ise hâlâ çözülemedi. Aksine artarak devam ediyor. O fazladan şerit eklenmeden önce Altınyol'u 25 dakikada geçen otomobiller, şerit eklendikten sonra 35 dakikada geçmeye başladılar. Niçin? Yol genişledi, artık trafik daha az olur diye herkes orayı kullanmaya başladı da ondan. Yol yaparak trafik sorununu çözemezsiniz. Zira yol yaparak trafik sorununun çözüldüğü görülmüş şey değil. Daha önce pek çok şehir bunu denedi, ama bugüne kadar başarılı olabileni bu fani gözlerimiz göremedi. Öyle de bu Otomobile Tapanlar Tarikatı niçin hâlâ daha geniş yollar ile otomobiller için daha geniş alanlar talep ediyorlar? Akıl olmadığı için mi? Hayır! Şehirlerde otomobillere ayrılan alanlar azalmaya başladığında otomobile olan ihtiyaç da azalacak. Böylece binlerce liralık arabalarının ekonomik değeri çöp olacak. Otomobil sanayicileri lobisi zarar edecek, ikinci el araç satanlar zarar edecek, otomobil üzerine çalışan ne kadar sektör varsa zarar edecek... İşin içinde para varsa ölünün bile diri olduğunu savunacak kalitede kapitalistlerimiz vardır. 

Otomobil satın aldığınızda sadece bir otomobil satın almıyorsunuz. Geniş bir ürün yelpazesini de satın almış oluyorsunuz, yahut ileride satın almak zorunda bırakılıyorsunuz. Petrol sadece biranın köpüğü... Yıllık bakımlar, trafik sigortası, kasko, muayene ücretleri, kış lastiği, MTV, ÖTV... Bunların tamamını birlikte düşündüğünüzde bir otomobilin yıllık maliyeti 6 bin lirayı geçiyor. Üstelik bu rakama bir yıl boyunca tükettiğiniz yakıt ücreti dâhil değil. Otomobili satın aldıktan sonra hiç binmeden garajda tutsanız bile yıllık 6 bin lira masrafı var. Şimdi durduğu yerde masraf çıkaran ve hiçbir katma değer üretmeyen bir araç düşünelim, hah işte o araca otomobil deniyor. Otomobil ve otomobil ile bağlantılı vergiler çıkarıldığında devlet bütçesinin uğrayacağı zararı bir düşünün. Bütçeye giren vergilerin neredeyse %35'i otomobil ya da otomobil ile bağlantılı vergilerdir. Bu yüzden Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın en radikal müritleri devletlerdir. Otomobil sahibi olmak devlet tarafından desteklenir, devletler vatandaşları otomobil alsın diye uygun fiyatlı krediler yaratır, otomobil satışları düşerse belli dönemlerde vergi indirimleri yapar vs. Niçin yapmasınlar? Devlet bütçesini otomobil sayesinde dolduruyorlar. Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın kadim müritleri olmasa hazinede para olmayacak. Yani otomobiller olmasa tam manasıyla "La Kasa Da Para Yok!" Hangi devlet kendisi açısından bu kadar kârlı bir sektörü kaybetmek ister? Bu nedenle her devlet otomobiller için daha fazla yol yapar, daha uygun fiyatlı krediler açar, otomotiv sektörü büyüsün ve gelişsin diye akla ziyan teşvikler geliştirir. Böylece Otomobile Tapanlar Tarikatı her geçen gün daha da gelişir ve genişler.

Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın müritlerine şehir içi trafikte mikro hareketlilik araçlarının kullanılması gerektiğini söylediğimizde Türkiye'deki iklim şartlarının buna müsait olmadığı teziyle azarlanıyoruz. Neymiş? Türkiye kışın çok soğuk yazın da çok sıcak oluyormuş. Türkiye'nin ilkim koşulları bisiklet vb çevreci ulaşım araçlarının kullanılmasına uygun değilmiş. Haydi, Hollanda okyanus kenarında dümdüz bir ülke olduğu için orada bisiklet kültürü gelişmiş diyelim, geçelim. İsveç'e ne bahane bulacaksınız. Kuzey yarım kürede kuzey kutbuna en yakın ülkelerden biri, coğrafi olarak da inanılmaz düzeyde girintili çıkıntılı bir yapısı var. İsveç'in başkenti Stockholm'de yaz kış her gün binlerce insan işine bisikletle gidip geliyor. İsveç'in kişi başına düşen millî geliri bizim iki katımızdan birazcık fazla... Nasıl fakirler, nasıl çulsuzlar anlatamam! Araba almaya gücü yetmeyen pis faaaakir Stockholmlüler, kış mevsiminde -17 derece sıcaklıkta bile işe bisikletle gitmek zorunda kalıyorlar. Yazık ya... Çok fakirler. Acıdım şimdi onlara... Kötü bir Tofaş alacak kadar paraları yok gariplerin. Bu sene aramızda para toplayıp sevabına birkaç faakir Stockholmlüyü araba sahibi mi yapsak acep? Euro ile kazanıp Türkiye'ye tatile geldiklerinde Türk lirası ile harcayıp ülkemizde her şey dâhil krallar gibi bir ay tatil yapabilecek düzeyde faakirler bunlar. İşe bisikletle gidiyorlar işte. İtibar yok efendim, itibar! Tuvalet kâğıdı kadar saygınlıkları olsa 2 bin motorlu jeepleriyle işe gidip gelirlerdi. 2021'de dünyanın 20. ekonomisi sıralamasına gerileyen Türkiye, gavurun ürettiği arabaları satın alıp, gavurun ürettiği petrolü tüketerek yaşamaya devam ediyordu. Dolarla aldığı petrol yüzünden kaynakları tükenince de "Kahrolası dıj güjler, gelişmemizi istemiyor." diye ağlıyordu. Fıkra bu kadar, ama kimse gülmüyordu.

Türkiye'de her gün 700000 varil petrol tüketiliyor. Bu tüketimin büyük bir kısmını ithal petrolden karşılamak zorunda kalıyoruz, zira bizim petrol üretimimiz bu boyutta bir tüketimi karşılamaya yeterli değil. İthal petrol uluslararası piyasalarda dolar ile satılıyor, dolar ile alınıyor. Yani her gün 700000 varil petrol satın alabilmek için yurt dışına dolar vermek zorundayız, zira ulusal paramız ile dolar alamıyoruz. 2022'de doların düşeceğini iddia edenler, size sesleniyorum: Sadece petrol tüketiminiz bile, tek başına, dolar kaynaklarınızı tüketmeye yeter! Diğer ithalat kalemlerini saymıyorum bile... Bu kadar net bir dış açık kalemi olmasına rağmen hâlâ Türkiye'de otomobil sahibi olmak devlet tarafından özendiriliyor, ekonomi kurmaylarımız bu sene Türkiye'de şu kadar otomobil satıldı diyerek övünüyorlar. Bu sene kişi başına düşen petrol tüketimimiz şu seviyelere ulaştı diye gururlanıyoruz. Yurt dışına para göndererek fakirleşen, kendi parasıyla gavur şirketlerini zengin eden ve bununla övünen kaç ülke tanıyorsunuz? Ben bir tane tanıyorum gibi gibi... Bilin bakalım hangisi?

Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın kadim müritlerinin lobi çalışmaları yüzünden her gün dolarla satın aldığımız ithal petrolü tüketerek daha fazla fakirleşeceğiz. İthal petrolü tükettikçe daha fazla cari açık vereceğiz, ülkemizin kıt dolar kaynakları petrol lobilerinin kasalarına akmaya devam edecek. Bir varil petrol alabilmek için bir ton domates ihraç etmek zorunda kalacağız. Kaynaklarımız artan petrol ihtiyacımızı karşılamaya yetmeyecek ve hızla tükenecek. Sonuç? Sınırlı sermaye birikimini üretim araçlarına yatırması gerekirken otomobillere ve petrole gömmüş daha fasfakir bir ülke!!! Dünyanın 10 büyük ekonomisi içinde olan pis faaaakir Hollanda'da genç-yaşlı herkes bisiklete biniyor. Ulusal itibarlarından zerre kadar bir şey kaybettiklerini görmedik, duymadık, bilmiyoruz. Dünyanın 17. büyük ekonomisi sıralamasından 20. büyük ekonomisi sıralamasına gerileyen Türkiye'de asgarî ücretliler bile ekmek almaya 1600 cc motorlu arabalarıyla gidiyor. Otomobil sahibi olmayan erkeğe kız verilmiyor. Neden? Otomobil sahibi olmayan bir erkeğin itibarsız olduğu algısı yüzünden... Elin ürettiği otomobile binip elin sattığı petrolü tüketiyoruz. Böyle bir israf dünya tarihinde görülmedi. Ama nasıl itibarlıyız; ama nasıl saygınız, anlatamam!!!

Akaryakıt istasyonlarında satın alınacak benzin bulamayınca göreceğim ben sizin otomobil kaynaklı itibarınızı!!!! İngiltere'de benzin yokluğu dünyaca ünlü futbolcuları bile it gibi benzin kuyruğunda bekletti. Sizi de bekletecek. Houston bir cisim yaklaşıyor!!!! Almanya'da bir litre benzin 1.6 Euro bandında satılıyor. Türk lirası ile 24₺! (2022 Ocak rakamlarına göre.) Türkiye şu anda dünyanın en ucuz benzinini kullanıyor. Petrol fiyatları devlet tarafından sübvanse ediliyor, devlet petrol ve doğalgazı zararına satıyor. Öyle olmasa 2022 koşullarında bu fiyatlardan benzin satın almamız imkânsız gibi bir şey. (Türkiye ekonomisinde petrol fiyatlarının enflasyon üzerindeki etkisi çok yüksek. Benzinde bir liralık artış enflasyona üç puan ekliyor.) Yarın devlet bu fiyatları sübvanse edemez duruma düştüğünde siz de benzin satın alamaz hâle geleceksiniz. O gün milyon dolarlık otomobilleriniz çöp olacak. Herkes bu günü yazar, biz geleceği yazıyoruz. Bu paragrafı bir yere not düşün. İki yıl içinde benzin alamayacaksınız, benzin alacak paranız olsa bile akaryakıt istasyonlarında benzin bulamayacaksınız. İşte tam olarak o zaman Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın müritlerinin vaveylaları arş-ı âlâyı inletecek, gözyaşları sel olup Fırat Nehri'nin debisiyle yarışacak. Otomobile Tapanlar Tarikatı müritlerinin gözyaşlarının önüne çekilen setlerden yapılan barajlardan üretilen elektrik sayesinde elektrikli otomobil piyasası sübvanse edilecek. (!) Son iki cümleyi not düşmeyin tarihe, şair burada abartma sanatının en güzide örneklerinden birini sunmak istemiştir belki de...

Otomobile Tapanlar Tarikatı müritlerinin en temel tezlerinden biri de otomobilin çağdaş bir ihtiyaç olduğuna yönelik akıl ve bilim dışı tezdir. Her gün yüzlerce kilometre yapmak zorunda olan bir iş ya da mesleğiniz yoksa otomobil nasıl bir ihtiyaç olabiliyor, biz anlayamıyoruz. "Sade vatandaş" için otomobil nasıl bir ihtiyaç? İşten eve, evden işe gidip gelen, bütün hayatı bu daire içinde devam eden "sade vatandaş" için otomobil nasıl ihtiyaç olabilir? Yapılan bütün istatistik çalışmalarında otomobille seyahat etmesini gerektiren biri işi olmayan "sade vatandaş"ın bir yılda hususî otomobilleriyle ortalama 6-8 bin km arasında bir yol yaptığı belirtiliyor. Bir yıl içinde hepi topu 6-8 bin km arasında yol yapan bir insan için otomobil nasıl ihtiyaç kategorisine giriyor? Telefondaki adım sayar ölçümüyle dahi bir yılda yürüyerek bu kadar kilometre yapabilen insanlar tanıyorum. Vatandaş yürüdüğü kadar otomobile binmiyor; ama otomobil onun için bir ihtiyaç kabul ediliyor, yahut o otomobili bir ihtiyaç olarak kabul ediyor. İstatistik rakamlar inkâr edilemeyecek düzeyde açık ve net. Otomobil ülke nüfusunun büyük bir kısmı için ihtiyaç falan değildir. Lüks tüketim malıdır. Peki, otomobil gibi bir ihtiyacı olmamasına rağmen bu lüks tüketim aracını kullanabilmek için ne üretmiştir? Üretimde izi olmayan bireyin nasıl tüketim hakkı olabilir? 

Otomobile Tapanlar Tarikatı müritlerinin en temel tezlerinden biri de otomobil sahipleri sayısının toplam nüfusa oranının yüksek olmasının bir ülkenin en önemli gelişmişlik göstergesi olarak kabul edilmesidir. Bir ülkede otomobil sahibi olan vatandaşların sayısı ne kadar yüksek olursa o ülke o kadar gelişmiş bir ülke olarak kabul ediliyor. Otomobil olmadan büyük ve saygın bir ülke kurulamayacağını iddia ediyorlar. Peki, niçin? Bir ülkenin gelişmiş bir ülke olup olmadığını ölçmek için otomobili bir ölçüt olarak almak ne kadar akılcı ve bilimseldir? Hollanda gelişmiş bir ülkedir, orada başbakan dâhil bütün devlet yöneticileri, kraliyet ailesi mensupları bile bisiklete biniyor. Mecbur olmadıkça otomobile binmiyorlar. Hollanda'da sade vatandaş için otomobil kadar gereksiz bir ulaşım aracı yoktur. Hollanda'da sade vatandaş işe, okula, çarşıya, pazara, alışveriş merkezine bisikletle gidiyor. Nüfusun büyük kısmı otomobil sahibi olmadığı için Hollanda'yı geri kalmış bir ülke olarak mı kabul etmeliyiz? Saçmalamayın. Konya kadar yüz ölçümü olan bir ülke bütün dünyaya tarımsal ve hayvansal gıda ürünleri satıyor. Bu kadar küçük yüzölçümü ile kendi kendisini doyurduğu yetmiyormuş gibi dünyayı da doyuruyor.

Otomobilin olmadığı dönemde de kıtalararası imparatorluklar vardı. Otomobil olmadan dünyanın bir ucundan öteki ucuna giden seyyahlar vardı, seyyahları bırakın binlerce kişilik ordularını motorlu bir araç kullanmadan bir kıtadan başka kıtaya sevk ve idare edebilen devletler vardı. At ve kadırgaya binerek üç kıta beş denizi fethetmiş ve sadece at ve kadırgaya binerek buraları yıllarca huzur içinde yönetmiş bir imparatorluk geleneğinin torunları otomobil olmadan yaşayamayacaklarını düşünüyor. Üç kıta ve beş denize hâkim olan ataları, bindikleri at ve kadırgaları haralarda ve tersanelerde bizzat kendileri üretiyordu. Ata ve kadırgaya binerek üç kıta ve beş denize hükmeden ataların torunları ise günümüzde otomobil üretemiyor. Üretmeye çalıştıkları yerli ve millî otomobilde yerlilik oranı %70 civarlarında geziyor. O derecede yerli ve millî işte. Otomobili bırakalım, bisiklet üretemiyorlar, Uzak Doğu'daki tedarikçiler yedek parça yollamasa bisiklet fabrikaları bir hafta içinde kapanır. Bir bisikleti bir A'dan Z'ye yerli ve millî üretim imkânlarıyla üretmeyi beceremeyen bir ülkeyiz. Ama otomobil sahibi olamazsak itibarımızı yitireceğimizi düşünüyoruz. En büyük itibarsızlık bindiğin aracı kendi ülkende üretememektir. Elin arabasıyla gerdeğe gidilmez! En büyük itibarsızlık budur!

İşin bir de ideolojik boyutu var ki orası tam manasıyla bir kara komedi, hatta vodvil! Bizim hoca bina okur, döner döner bir daha okur! Yahut dervişin fikri ile zikri arasındaki muazzam farkın ironisi diyelim. O da olmadı teori ile pratik arasındaki inanılmaz çelişki deriz. O da tutmazsa iman ve amel arasındaki tezata da bağlayabiliriz. Gırgırı burada bırakıyoruz, esasa geliyoruz. Emperyalist-kapitalistlerin ürettiği otomobillere biniyoruz, hatta o otomobilleri satın alabilmek için kapitalist bankalardan yüksek faizlerle kredi çekip uzun yıllar boyunca köle gibi bankalara çalışıyoruz; ama nasıl solcuyuz, ama nasıl komünistiz, nasıl ilericiyiz, anlatamam! Allahsız kitapsız ateistlerin yahut Allahlı kitaplı kâfirlerin ürettiği otomobilleri satın alıp onlara biniyoruz, hatta o otomobilleri satın alabilmek için İslâm dininin kesin hükümle yasakladığı faizle kredi çekiyoruz; ama nasıl Müslümanız, anlatamam. Başka milletlerin işçilerinin ürettiği otomobilleri satın alıyoruz, satın alırken de binerken de bir itibar kazanıyoruz, onlara sahip olmakla bir gurur duyuyoruz, bir övünüyoruz; ama nasıl milliyetçiyiz, anlatamam! İdeolojiler değişiyor, sınıflar değişiyor, dinler ve mezhepler değişiyor ama Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın müritlerinin sosyolojik temayülleri zerre kadar değişmiyor. Değişmeyen tek şey bir otomobile sahip olmanın verdiği gurur, onur, itibar ve saygınlık!!!

SONUÇ

Biz ne dersek diyelim, hangi tezi ortaya koyarsak koyalım Otomobile Tapanlar Tarikatı'nın kadim müritlerinin bilincinde otomobilsiz bir yaşam için tek bir kıvılcım dahi yaratamayacağız. Umutsuzluk mu? Hayır! Tam aksine gerçekçiliktir bu. Otomobile dayanan bir hayatın propagandasını yapan kişi, kurum ve medya araçları ile otomobilsiz bir hayatın propagandasını yapan kişi, kurum ve medya araçlarının oranlarını incelediğimizde umutlu olmak için mantıklı bir sebep bulamıyoruz. İnsanlar bütün dünyada otomobilsiz şehirlerin hayalini kuruyor; ama bir kişi bile otomobilsiz bir hayata fiili olarak nasıl geçilebileceğine yönelik pratik bir çözüm yolu üretmiyor. Kuru bir tartışmanın ötesine geçebilmek için kurtarılmış bölgelerimizin (Kopenhag, Stockholm vb.) dışına çıkıp tüm dünyada fiili olarak otomobilsiz yaşamı savunmalıyız. Yoksa tam kazanıyoruz derken mücadeleyi elektrikli otomobillere kaybedeceğiz.