Bisiklet sporcularının büyük bir çoğunluğunun alt sınıflara mensup aileler içinden çıktığını görürüz. Neden? Zengin çocuklarından bisikletçi çıkmıyor mu? Çıkıyor tabii ama oranladığımızda dezavantajlı ailelerin çocukları bu sporda daha başarılı oluyor. Niçin? Çünkü dezavantajlı ailelerden gelen bisiklet sporcuları para ve toplumsal statü için yarış koşuyorlar. Daha fazla para kazanmak istiyorlarsa daha başarılı olmak zorundalar. Bir başka açıdan bakarsak bisiklet sporcusu olmak gladyatörlüğün 19. ve 20. yüzyıllara güncellenmiş bir biçimidir. Bisikletçi selenin üzerinde dehşetengiz acılar çekerken onu izlemeye gelen seyirci bundan zevk alıyor, yarışı izlemek için yaptığı harcamalarla ekonomiye can veriyor. Sponsorlar reklamlarını yapıyor, markalarını tanıtıyor. Oteller yarışı izlemeye gelen turistleri ağırlıyor, para basıyor. Dehşetengiz acılar çekerek, kendi gözümüzle görmesek bir insanın yapabileceğine inananamayacağımız bir performans ile zirveye birinci olarak ulaşan bisikletçi ise büyük bir para ödülü alıyor. Show devam ettiği sürece hemen herkes bir şekilde kazanıyor. Tıpkı eski Romalıların gladyatörleri arenalarda dövüştürüp inanılmaz bir ekonomik getiri elde etmeleri gibi...
21. Yüzyılda ise bisikletçi gladyatör olmaktan çok bir köledir. Profesyonel bisikletçiler, spor endüstrisi daha fazla kâr elde etsin diye insanüstü bir gayretle form tutmaya çalışan başarının tutsağı köleler haline geldiler. Evet, belki de milyon dolar kazanıyorlar bir yılda. Ama yaşadıkları hayat, hayat değil. Yıl boyunca yediklerine içtiklerine azamî miktarda dikkat etmek zorundalar. Sosyal hayatları yok denecek kadar az, aile hayatları ise düzensiz. Yılın 9 ayı boyunca yarış kovalıyorlar. Geriye kalan 3 ayda ise yarış sezonuna hazırlanmak için acımasızca antrenman yapıyorlar. Bizim rahat bir koltukta oturarak bile tahammül edemeyeceğimiz süreleri bisiklet üzerinde geçiriyorlar. Acılar içinde kıvranarak yüzde 15 eğimli yokuşlara tırmanıyorlar. Motorlu araçların bile çıkarken su kaynattığı zirvelere en az o araç kadar hızlı tırmanıyorlar. Dört tekeri olan bir araçla bile inerken üç buçuk attığımız bol virajlı yokuşlardan aşağı, karbon kağıdından yapılmış iki tekerli bir bisikletle 80-90 km hızla iniyorlar.
Bazen duyuyoruz. Milyon dolar kazanan bisikletçiler var. Evet, gerçekten o paraları kazanıyorlar; ama hangi şartlar altında? Yağmurlu bir günde koşulan Paris Roubaix yarışının son 20 kilometresini Youtube'dan açıp izleyin. Ve yakın çekimlerde bisikletçilerin yüz ifadelerine bir bakın. Nazi işkencehanelerindeki bir Yahudi yüzünden farksız bisikletçi yüzlerinde bu sporun ne kadar zor bir spor olduğuna dair kısa ama vurucu bir şiir okuyacaksınız. Güneşli ve sıcak bir günde Ventoux'ya, Angliru'ya ya da Monte Grappa'ya tırmanan bisikletçilerin yüz ifadelerine bir bakın. Ebû Garip ya da Guantanamo'da insanlık tarihinin görmediği işkenceleri bilfiil yaşamak zorunda kalan insanların yüz ifadeleriyle karşılaşacaksınız. Tehlikeli bir viraj dönülürken kayıp düşen ve asfaltta sürünürken kolları ve bacakları yüzülen, buna rağmen ayağa kalkıp kanlar içinde yarışa devam eden bisikletçilerin yüz ifadelerine bir bakın. Bu sporun ne kadar kolay (!) bir spor olduğunu o yüz ifadelerinden okuyacaksınız.
Bazen sırf sponsorun adı daha fazla görünsün diye kaçış grubuna girmesi istenir bisikletçiden. Sponsorun adı kamerada biraz daha fazla görünsün diye yarışın son 10 kilometresine kadar bazen tek başına bazen de bir kaçış grubunun içinde çabalar durur bisikletçi. Sponsorun beklentileri doğrultusunda kaçış grubuna girmeye memur edilen bu bisikletçinin kişisel kariyer hedeflerinin hiçbir önemi yoktur zaten. Belki de o gün kendini etap alabilecek kadar güçlü hissetmektedir; ama kimin umurunda? Show devam etmeli, takıma para yatıran sponsorlar yaptıkları yatırımın son sentine kadar reklam getirisi elde etmelidirler. Bisikletçi mi, dediniz? O küçük aşağılık köle kimin umurunda? O sadece yarışın son kilometrelerine kadar önlerde olmaya bakmalı. İşi o. O lanet olası pisliğe o yüzden para veriyoruz dostum!
Çok büyük ve ünlü bir sprinter olabilirsin; ama yine de sponsorun zoru ile yarış koşturulursun. Neden? Çünkü sponsor senin adının üzerinden reklam yapmak için o takıma milyon dolar yatırmıştır. Sen yarış koşmayacaksan neden versin milyon dolarcıklarını? Daha önceden tura katılacak takım kadrosunda adın açıklanmasa bile ne gam. Bir şekilde halledilir o iş. Sen takma kafana o işleri. Dünyada ender rastlanan bir hastalıktan muzdaripsindir, üstüne üstlük 38 derece ateşli hastasındır; değil yarış koşmak bakkala ekmek almaya gitmeye mecalin yoktur; fakat bu durumdayken bile Fransa Turu'da birkaç etap koştururlar sana. Neden? Önemli olan senin etap kazanman değil, orada görünüyor olmandır. Sprint sırasında dikkatsizliğin yüzünden diğer sporcular ile bariyer arasına sıkışıp feci bir şekilde düşer, birkaç kemiğini kırarsın, bir hafta bütün gazeteler ve televizyonlar üzerinde sponsorun adı yazan forma ile senin fotoğrafını yayınlayarak haber yaparlar. Sponsor bundan ziyadesiyle tatmin olur ki seneye de o takıma milyon dolar yatırmaya devam eder. Neden diye sormayın Allah aşkına! Reklamın iyisi kötüsü olmaz da ondan. (Anlatılan bir Cawendish hikâyesi hiç değildir(!))
Dünyaca ünlü bir sprintersin. Senin adının geçtiği bir takıma sponsorlar bala konan arıları gibi saldırıyor sponsor olmak için. Defalarca üst üste dünya şampiyonu olmuşsun. Bir yarıştaki diğer sporcuların tamamı sana göre yarış stretejisi belirliyor. Tek başına 100 km kaçıp yarış kazanacak kadar güce ve kondisyona sahipsin. Sezon başındaki anıtsal bahar klasiklerden biri olan Paris Roubaix yarışını kazanarak tarihe adını altın harflerle yazdırmak senin en büyük amacın olmuş. Ona göre antrenmanlarını düzenliyorsun. Fisktürde kolay kazanacağın pek çok yarış olmasına rağmen sırf bu yarışı kazanmayı riske atmamak için o yarışlara katılmıyorsun. Bütün bu çabaya rağmen geri zekâlı bir seyircinin yola sarkıttığı hırkaya takılıp düşüyor ve kariyerine dünya şampiyonluğundan sonra altın harflerle eklemeyi istediğin ve yıl boyunca kazanmak için ölümüne hazırlandığın o anıtsal klasik bisiklet yarışı o noktada bitiyor senin için. (Anlatılan bir Sagan hikâyesi hiç değildir(! ))
Kariyerinin başında bir genç ya da ihtiyar bir bisikletçisin. Veya ne iyi bir tırmanışçı, ne iyi bir sprinter, ne de iyi bir genel klasmancısın. Ama yine de oldukça başarılı bir bisikletçisin. Tam bir görev adamısın. Tanımlanmış bir görevi yerine getirmek için askerî bir disiplinle çalışıyorsun. Takım liderine sadakatle bağlısın. O birinci olsun diye yapamayacağın fedakârlık yok. Yerine göre enerjini veriyorsun lidere, yerine göre mataranı, bazen bisikletini bile veriyorsun. Kısacası takım lideri birinci olsun da sana ne olursa olsun, pek önemli değil. Bütün bu çabaya rağmen takım lideri birinci olduğunda tüm gazeteler sadece onun adını yazıyor, bütün kameralar ve mikrofonlar takım liderine dönüyor. Sen dehşetengiz acılar içinde kıvranırken senin sayende etabı ya da turu kazanan takım lideri zaferin tadını çıkarıyor. Domestikler, takımın ağır işçileridirler, proleterleridirler. Üretimde en pis işleri onlar yaparlar; ama asla isimleri okunmaz. Takım liderin insan evladı ise senin sayende kazandığı yarışlardan dolayı sana bir miktar dolarcık verebilir. O kadar...
(Anlatılan "isimsiz" bir domestik hikâyesi hiç değildir(!))
Dünyaca ünlü bir genel klasman yarışçısı olabilirsin. Talihsizlik bu ya, kariyerinin sonu gelmiştir; ama sen bu kariyeri bir Fransa Turu şampiyonluğu ile taçlandırmayı planlıyorken hesapta olmayan bir kaza sonucunda daha ilk etaplarda çok feci bir biçimde yaralanırsın. Buna rağmen yarışı bırakmaz, etabı kanlar ve acılar içinde kıvranarak tamamlarsın. Hatta kazada ayakkabın ayağından çıkmış ve kaybolmuştur. Vakit kaybetmemek için en az 5 km yalın ayakla sürersin bisikleti. Yine vakit kaybetmemek için kanayan yaralarına bisiklet üzerinde yalap şalap bir tıbbî müdahale yapılır ve sen yarış koşmaya devam edersin. O etabı tamamladıktan sonra çektiğin acılar yüzünden yarışı bırakmayı düşünürsün; fakat sonradan görme bir zenginin kendi adını verdiği takımda yarıştığın için sana baskı yaparlar. O durumda bir iki etap daha koşmaya zorlarlar seni. Çünkü sponsor denen hödük senin adın için o takıma milyon dolar yatırmıştır. O dayanılmaz acılar içinde kıvranarak birkaç etap daha koşarsın. Sonunda da çektiğin acılara dayanamayarak gözyaşları içinde yarışı bırakmak zorunda kalırsın. (Anlatılan bir Contador hikâyesi hiç değildir (!))
Ülkenin ve takımının bisiklet sporunda bir başarı hikâyesine ihtiyacı vardır. Fakat senin bunu gerçekleştirecek düzeyde bilgi, donanım ve tecrüben yok denecek kadar azdır. Sponsorlar bir taraftan, takım yönetimi bir taraftan baskı uygular üzerinde. Sürekli senden kürsü isterler, sürekli şampiyonluk beklerler; fakat bu bir türlü olmaz. Gençliğinden ve tecrübesizliğinden yararlanarak sana birtakım yasaklı maddeler vererek performansını arttırırlar. Sen de birkaç yarışta profesyonel bisikletçilere bile nal toplatan bir performans sergileyerek etap birincilikleri falan kazanırsın. Ve kısa bir süre sonra kaçınılmaz son gerçekleşir, dopingli olduğun ortaya çıkar. Dopingli olduğun ortaya çıktıktan sonra senin doping yaptığını bilen, hattâ seni buna teşvik edenler bile sana sahip çıkmaz. Mal gibi meydanda kalırsın bir başına. Kamuoyu seni ayrı linç eder, bisikletçiler ayrı linç eder. Dopingli başarılarınla adını duyurduğun takımın ise aman takımın adı kirlenmesin diye suçu sadece senin üzerine yıkar, bir köşeye çekilir. Sen de tek başına bütün bu psikolojik baskının altında akıl sağlığını korumak ve tekrar spora dönmek için didinip durursun. Dopingli bir geçmişin olduğu için kendine kolay takım bulamazsın. Bulduğun takımlarla da arada güvensizlik oluşur doping geçmişin yüzünden. Sponsorların adı görünsün diye yaptığın doping yüzünden kariyerin bitme noktasına gelir; ama hiçkimse sana sahip çıkmaz.
(Anlatılan bir doping hikâyesi hiç değildir(!))
SONUÇ
21. Yüzyılda profesyonel bisiklet yarışçısı, çağdaş bir gladyatör ya da sözleşmeyle tutsak edilmiş bir köleden başka bir şey değildir. Profesyonel bisiklet, mevcut koşullar değiştirilmeden, kesinlikle bir spor dalı olarak kabul edilemez. Bu, kan ve gözyaşı içinde çekilen bir işkenceden başka bir şey değil. Bu, artık bir spor değil!
Profesyonel bisiklet, tam olarak bir bisikletçi soykırımıdır.
Nefis yazı . Aydan abinin dediği gibi amatörü nekadar zevk alıyorsa profesyoneli okadar acı çekiyor. Zevk aralığının bu kadar açıldığı başka bir spor dalı yok
YanıtlaSilKesinlikle haklısınız. Profesyonel bisiklet artık tam manasıyla bir "bisikletçi soykırımıdır." Her ne olursa olsun zaman amatör ruhu yitirmemek gerekiyor. Yoksa pedallı bir reklam tabelasından farkımız kalmayacak...
SilAli hocam,bir kaç gündür blog sayfanıza göz gezdiriyorum okuyorum,gayet hoşuma gitti.Elinize sağlık.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim. :) :)
Sil